İzindeyiz Ata’m . Hani “Türk, Öğün, Çalış, Güven” demiştin ya… Biz ilkinde takılıp kaldık. O yüzden çalışmaya vakit kalmadı. Kimselere de (kendimiz dahil) güvenmiyoruz. Seninle övünüyoruz. Adına barajlar, yollar, köprüler yapıyoruz. Balolar, heykeller, hatalar yapıyoruz.
Klipler, zamlar, işkenceler, darbeler…Öyle bir kargaşa yarattık ki senin adına darbe yapanlar, senin adına yönetimde olanları devirip, senin fikirlerinle açıklıyorlar bunu… Ve de devrilenler yine senin fikirlerinle savunuyorlar kendilerini…
Herkes seni bir dönemki görüşlerinle tanımlayıp başka başka anlatıyor bize… Asker, demokrat, dindar, ateist, laik, çapkın, milliyetçi… Liste uzayıp gidiyor,
biz tartışıp gidiyoruz. Hala “İzindeyiz” ve bu izin hiç bitmeyecek gibi görünüyor. “İzinde” olduğumuzdan kabrine çok ziyaret yaptık, ama sana layık bir film yapamadık. 66 yılda… Belki kimseleri sana benzetemediğimizden, belki parayı denkleştiremediğimizden…
Adına yaptığımız köprülere akın akın koşuyor yurtyaşların… İntihar etmek için… Cumhuriyeti emanet ettiğin gençler, polis copundan kafalarını kaldıramaz haldeler. Zorlu savatlarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde bugün çetelerin gölgesi var.
Dev posterlerini yaptık ama doğru dürüst bir belgeselini yapamadık Ata’m…! Arkandan ağlamaktan gözlerimiz şiştiği için yazılarını, konuşmalarını doğru dürüst bir kitapta toplayamadık. Adına kurduğumuz kültür merkezini yangından koruyamadık. Senin adına iktidara el koyanlar mirasını çiğnedi, ses çıkartmadık. Kurduğun partiyi kapatıp, arşivini yaktılar… Alkışladık…
Çünkü biz izindeyiz Ata’m…
Her sabah güne “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” diye bağıran, geri ve tembel nesiller yetittirdik. Sesimiz gür çikıyor ama eğitimde başarı oranlarımız yerde sürünüyor. Köşklerin bakımsızlıktan dökülüyor… Kocaman resimlerinin asıldığı kamu binaları içinde memurun aç. “Beni emanet ediniz” dediğin doktorların biliyorsun seni “geç teşhisten” erken yolcu ettiler.
Merak etme “İzindeyiz” Ata’m…
O dönemde söylediğin bazı sözler bugün 7 kilit altında. Din üzerine, düşünce özgürlüğü üzerine yazdıklarını yazmaya, söylemeye kalkanlar mahkemelerde sürünüyorlar. O gün yazdıklarını, bugün ağıza alamayacak haldeyiz. Seni aşmaktan vazgeçtik, sana ulaşamıyoruz Ata’m…
Heykellerin o kadar büyük, posterlerin öyle kocaman ki, ardında bir dolu adam kendi pisliğini gizleyebiliyor. Pislik büyüdükçe heykelleri de büyütüyorlar. Şu “İzindekiler”in listesini bir görsen inanamazsın Ata’m…
Kendini tanıyamazsın. Özlü sözlerini paylaşamıyorlar. Yılgınlığa düşmememiz için söylediğin “küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurabilir” sözünü itfaiye kapısına asmışlar.
Bağışla bizi… İzin-deyiz Ata’m…!
(Alıntıdır…)
En Türkçenin ezelî bir âşığıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Türkçeyi muhtelif devirlerinde, muhtelif libaslarla, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherinde sevdim.
Ben eski Bâbıâlî kâtiplerinden işittiğim süslü dili sevdiğim gibi Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarafetlerle dolu olan Türkçesini de sevdim.
Ben divan edebiyatının gazelleriyle mest oldum. Fakat sevgili İzmir’imin, ismini yâd ettikçe ciğerimi sızlatan sevgili İzmir’in İkiçeşmelik kızının incir işlediği esnada okuduğu Türkçe şarkıyla da mest oldum. Ben o sevgiliyi atlas şalvarıyla, başının üzerinde altın işlenmiş takyesi ile gördüm. Ben onu, perişan gönüllü şairin:
O gül endâm bir al şâle bürünsün, yürüsün;
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün, yürüsün.
beytinde olduğu gibi, bir şala sarılıp büründüğünü görerek de sevdim. Sonra üç peşli entarisiyle, canfes terlikleriyle salınırken yine gördüm, yine sevdim.
Başında hotozu, belinde kuşağı, sedef kakılı sediri üzerinde uzanmış yahut Sâdâbâd’da, Göksu’da seyrana çıkmış hâliyle gördüm, yine sevdim.
Fakat tabiatta her şey tekâmülden, inkılâptan ibaretse, bazen tekâmül bazen inkılâp devirden devire geçtiği gibi her devrin zevki de birbirinin aynı olmaz. Ben son devrin İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırımlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye düşüren haliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim.
Halit Ziya UŞAKLIGİL