Cover Image

Rind ü Zahid

Ocak 30, 2025 Okuma süresi: 5 dakika

Fuzuli’nin Farsça kaleme aldığı mensur eseri.
Eserde yer yer manzum parçalara da yer verilmiştir (75 rubai, 54 kıta…).
Zahit aklı, Rint ise gönlü temsil etmektedir.
Eserde ibadet edip yasaklardan uzak durarak Allah’a ulaşmayı amaçlayan zahit ile bunun ancak aşk ve samimiyetle mümkün olacağını savunan rint kavramları kişileştirilmiştir.
Eser genel olarak Zahit adındaki bir baba ile onun Rint adındaki oğlu arasındaki konuşma ve tartışmalardan oluşmaktadır.
Baba ile oğul arasındaki bu çatışma, bireyin (Rint’in) kendini bulma yolundaki ruhsal mücadelesini simgeler.

Acem diyarında vakar sahibi, Allah’tan korkan Zahit’in Rint adında bir oğlu vardır. Zahit, oğlunun zekâ ve yeteneğinin farkına varınca ona öğütler vermeye başlar.
Rint, yazı sanatını öğrenmesinin iyi olacağını söyleyen babasına Hz. Peygamber’in okuryazar olmadığını (ümmi olduğunu) hatırlatır. Babası padişahlara yakın olmanın yollarını öğrenmesini öğütler ancak o: “Yaratılmışın varlığından maksat Yaradan’a kulluktur.” cevabını verir.
Bu arada hem “Var, çiftçilik yap!” öğüdünü benimsemez hem de ticarete yanaşmaz.
Sanatla uğraşmanın ise belirlenmiş bir kısmet için sıkıntıya düşmekten başka bir şey olmadığını söyler.
Oğlunun cahil kalmasından korkan baba; ilmin faziletlerinden, cehaletin kötülüklerinden örnekler verse de oğlunda söylenenleri kabule dair bir işaret göremez. Zahit, Rint’in her söylenene ters cevap vermesinden dolayı üzüntüye kapılıp çektiği emeklere yanar.
Bu sefer de dünya nimetlerini elde edebilmek için çalışmanın mecburiyetinden bahseder. Sonra da oğluna daima iyilik ettiğini ancak buna rağmen daima sıkıntıya düştüğünü söyler. Rint, babasının bezginliğini anlasa da “Meşakkat sırası bana ulaşıncaya ve geçim sıkıntısı çekinceye kadar benim rızkımı senin üzerine yazmışlar..” der.
Sonunda Rint, kendini tanımak için bir yolculuğa çıkmak ister. Zahit, oğluna yolculuk için izin verir ancak Rint, hâlen babasına ihtiyacı olduğunu belirterek onun da gelmesini ister. İkili birlikte yolculuğa çıkar. 

Zahit, yolculuk esnasında karşılarına çıkan bir mescidi oğlunun olgunlaşması için uygun bulur. Zahit: “Burası Allah’ın evidir. Temiz kalpli sofilerin mabedidir. Kulluk yeridir. İblise buradan geçit yoktur!” der. Ancak Rint, buranın kendisi için uygun bir yer olmadığı görüşündedir. Rint: “Mademki bu, Allah evidir. Doğruluk ve temizliğin de başıdır… Bu ev teklik, doğruluk ve temizlik makamıdır.. Bir kimse, ev sahibi için gerekeni bilmeyince onun evine nasıl girebilir?” der.
İkili yolculuğa devam eder. Dolaşırlarken önlerine cennet bahçelerine benzer bir bahçede kurulmuş bir bina çıkar. Binanın her tarafından neşeli sesler gelmekte kahkahalar arasından da saz sesleri duyulmaktadır.
Rint: “Bu gönül açan yer neresidir? Duyduğum ne biçim sestir?” der. “Bu şeytanın evidir!” cevabını alır! Baba, oğlunun aklı başında sözler söylemeye başladığını görünce de meyhaneye girmesine izin verir.
Rint, meyhanede gönlü aydınlık bir ihtiyar görür. İhtiyarın konuşmalarında derdinin dermanını bulur ve babasına şöyle der: “Dikkatle fikir gözümü açınca düşündüm ki mescittekiler, kendileriyle gururlanmaktadır. Meyhaneye çekilenler ise kendilerinde değiller! Mescitte ibadet edenlerin ibadetlerine olan güvenleri, onları gurur sarhoşluğuna atmış! Hatalarını itiraf etmeleri ise meyhanelerdekileri gaflet uykusundan uyandırmış!…” gibi sözlerle karşılaştırmalar yapar.
Sonrasında baba ve oğul; iyi, kötü, hakikat, mecaz, nefis, heves, günah, sevap gibi kavramları sağlam bir mantıkla tartışırlar.
Sonunda Zahit ile Rint, birbirlerine karşı gelmekten vazgeçip “teklik” mertebesine ulaşır.
Fuzuli son söz olarak: “Fânilik köyünde, akıllı ile deli birdir. Denizin dibinde taş ile inci tanesi birdir. İyi ve kötü sayma işi ortadan kalkınca mescit ile meyhane birdir.” diyecektir.

İlgili Sayfalar

👉 Fuzuli

👉 Beng ü Bade

Yararlanılan Kaynaklar

Fuzuli’nin Rind ü Zâhid Eserinde Rind ve Zâhid Değerlendirmeleri Üzerine Bir İnceleme, Ahmet İçli
Fuzuli’nin Rind ü Zahid Eserinde Mekân: Meyhane ve Mescit, Ahmet İçli
Fuzuli, Rind ile Zahid, Nilüfer Tanç


Cover Image

Eylül

Ocak 28, 2025 Okuma süresi: 37 dakika

Uzun Özet

Suat ve Süreyya beş yıldır evlidir. Tüm aile, yazlarını dededen kalma bir bağ evinde geçirmektedir. Süreyya, yaz aylarını Boğaziçi’nde bir yalıda geçirme hayali kursa da bunu bir türlü gerçekleştiremez. Ne kendinde ne de babasında böyle bir yalının kirasını karşılayacak para yoktur. Çocukluğundan beri gelmeye mecbur kaldığı şehir dışındaki bu bağ evi Süreyya için çöplükten farksızdır. Bu konuda en çok babasını suçlasa da hırsını çevresinden çıkarır. O, mutlu olabilmelerini deniz kenarındaki bir eve bağlasa da Suat’ın bağ evinden yana bir şikâyeti yoktur.

Suat’ın çocukluğu babası ile annesinin geçimsizliğinden kaynaklanan bir huzursuzluk ortamında geçmiştir. O, kocası ile mutlu olduktan sonra her şart altında yaşamaya razıdır. Buna rağmen kocasının söylenmeleri ve şikâyetleri karşısında ne yapacağını bilemez. İster istemez asıl kabahatin beş senelik evliliğin yıprattığı kalplerde olduğunu düşünür. Çiftin kaybettikleri bir de çocuk vardır. Bu düşük Suat’ta derin bir yara açmış, tekrar denemeye korkar olmuştur.
Süreyya’nın anne ve babası dışında kız kardeşi Hacer ile kocası Fatin de burada kalmaktadır. Şen şakrak biraz da hoppa bir kadın olan Hacer, daha bir yıldır evli olmasına rağmen kocasından sıkılmış görünmektedir. Evin devamlı misafirlerinden biri de Süreyya’nın halasının oğlu Necip’tir. Necip; yakışıklı, iyi terbiye almış, ağırbaşlı bir gençtir. Hacer’in yaramaz bir çocuk edasıyla Necip’in peşinden ayrılmaması Süreyya ile Suat’ın gözünden kaçmaz. Eniştesiyle Necip’i mukayese eden Süreyya, kardeşine hak verse de Hacer’in tavırlarından rahatsız olur. Hacer’i savunan Suat, onun bu uçarı ve hırçın tavırlarını sevmediği bir adamla evli olmasına bağlar. Hatta Necip ile evli olsaydı bu davranışları göstermeyeceğini söyler. Süreyya göre kız kardeşi, Necip ile evlenecek kadar olgun ve eğitimli biri değildir. Hem zaten Necip’in evlenmek gibi bir niyeti de yoktur.

Suat’ın Çare Arayışı…

Kocasının mutsuz olmasına dayanamayan Suat, sonunda babasına bir mektup yazarak ondan para ister. Çöle benzettikleri bu yerden Necip de memnun değildir. Burada kalmak yerine Adalardaki dayısına gitmeyi düşünür. Babasına yazdığı mektubu dadısıyla gönderen Suat ise Necip’ten bir gün daha kalmasını rica eder. Bu arada Suat, kocası ile Necip’i hoş tutmak için piyanonun başına geçerek bir şeyler çalar. Ancak kocası kendisi kadar müzikle ilgili değildir. Müziği seven Necip hâlinde memnunken Süreyya yemek saatinin gelişi ile bu işkenceden kurtulduğunu düşünür.
Suat, dadısının daha o akşam mutlu bir haberle döneceğini düşünür ancak dadı ne o akşam ne de ertesi akşam gelmez. Suat, Necip’in hem Süreyya’nın mutluluğuna ortak olmasını hem de tutacakları yalı konusunda kendilerine yardım etmesini istemektedir. Onu bu nedenle bırakmaz ancak gerçek nedeni söylemeyerek sadece kalmasını ister.
Suat’ın dadısı ancak üç gün sonra içi para dolu bir zarfla gelir. Heyecandan zarfı açarken eli titreyen Suat, güzel haberi balkonda Necip ile oturan kocasına verir. Üçü de bu işi Hanımefendi dışında kimseye söylemeden halletmek konusunda anlaşır. Süreyya bir çocuk gibi sevinmektedir. Zarftan otuz lira çıkmıştır. Süreyya’nın paranın yetmeyeceği konusundaki endişesini de Necip giderir. Bu arada evlilik konusunda endişeleri olan Necip, mutlu gördüğü bu çifte bakarak iç geçirir. Kocasının mutluluğu ile mutlu olabilen Suat’ı gördükçe bu konudaki kararını sorgulamaya başlar.
Ertesi sabah erkenden kalkan Necip ve Süreyya kiralık yalı bulmak için yola koyulur. Nihayet işlerini bitirip eve dönerler. Fildişi bir yuva tuttuklarını düşünen Süreyya, yol boyunca evdekilerin özellikle de Hacer ve Fatin’in bu haber karşısındaki yüzlerini düşünüp mutlu olur. Ancak istasyonda onları araba ile karşılayan Suat, kötü haberi verir. Ağzını sıkı tutması için tembihlenmeyen Behice Dadı evdekilere her şeyi anlatmıştır. Haberi alınca mosmor kesilen Hacer, ağabeyini karısının parasıyla sayfiye tuttuğu için küçümsemeye çalışır.
Eve geldiklerinde anneleri hayırlı olsun derken karısı kendisinden yalı kiralamasını ister korkusuyla Fatin de köşe bucak kaçmaktadır. 

Hacer’in durumuna üzülen Suat ise kocasından kardeşinin gönlünü almasını ister. Ertesi sabah Necip izin isteyerek bağ evinden ayrılır. On gün sonra Süreyya ve Necip Beyoğlu’nda karşılaşır. Süreyya yalı ile ilgili haberleri sıralarken Necip’e yalıya gelmesi konusunda ısrar eder. Necip bu davetten sonra sık sık yalıya gidip gelmeye başlar. Yalıdaki hayatı kusursuz kılmak için büyük çaba sarf eden Suat’ın tek isteği kocasının şikâyet edeceği bir şey bulamamasıdır. (www.yksedebiyat.org) Süreyya ve Suat, bu günlerde bağdakinin aksine yeni evlenmiş bir karı kocanın heyecanı ve neşesini yaşamaktadır. Necip de bu hayatın başka bir neşesi olur. Karı koca onun gelmesini büyük bir sevinçle karşılar. Hatta gitmesini geciktirmek için bahaneler icat edip arabayla geziler tertip ederler.

Necip’in Suat’a Duyduğu Hayranlık…


Araba gezintilerine Süreyya’nın kışa kadar kiraladığı yelkenli bir sandal da eklenir. Birlikte geçirdikleri her gün Necip’in Suat’a olan hayranlığı daha da artar. Hatta hayatına giren kadınlarla Suat’ı mukayese eder. Sonra da böyle bir kadına rast gelmenin imkansızlığını düşünerek evlenmeme kararının isabetli olduğuna kendini inandırmak ister.
Süreyya ise hiçbir fırsatı kaçırmayarak sık sık denize açılır. Onun bu hevesi her şeyi ihmal ettirecek seviyeye gelir. Suat ise kendisini günlerce sersem bırakan sandal gezintilerinden uzak durmaya çalışır. Yalıda geçen o ilk günlerin heyecanının söndüğünü düşünen Suat’ın tek tesellisi Necip’in ziyaretleridir. Bir haftadır ortalıkta görünmeyen Necip, o gün elinde koca bir tomar notayla gelir. Bu süre içinde nereye giderse gitsin sıkılan Necip’in sıkılmadığı tek yer burasıdır. Gerçeği kendisine itiraf etmeye korkan genç adam, bu özlemi başka nedenlerle açıklamaya çalışır.
Süreyya’nın tek başına sandala çıktığı günlerde Necip ve Suat zamanlarını daha çok piyano başında geçirir. Necip ile Suat’ın yalnız kaldığı bir sabah söz Necip’in evlenmek için nasıl bir kadın aradığı meselesine gelir. Necip aradığı kadının hâllerini anlatsa da Suat daha açık konuşmasını ister. Suat’ın ısrarı karşısında Necip, “Sizin gibi olsun!” der. Bu itiraf ikisi arasındaki ilk sır olur. Süreyya’nın yanında konu tekrar açılır. Necip, Suat’ın “Benim gibi bir kadın istiyor.” diyeceğini düşünüp korksa da o sadece “pek müşkülpesent” diyecektir. Aralarında bir sır olması Necip’i mutlu eder, uzun uzun düşünüp bunla meşgul olur.

Necip’in Şüphesi…

Bu arada son günlerde yalının etrafında sıkça gördükleri bir delikanlı Süreyya ve Necip’in dikkatini çeker. Süreyya, Suat’a bu adamı tanıyor musun diye sorar. Suat’ın bir an tereddüt geçirerek “Bilmem!” demesi Necip’i şüphelere sevk eder. Necip, günlerce kafasında bir şeyler kurgulayıp kendisini ihanete uğramış gibi hisseder.
Necip, bir akşamüstü odasının penceresinden bakarken aynı delikanlının sandalla yalının önünden geçtiğini görür. Hatta balkondaki Suat’ın da onu gözüyle takip ettiğine şahit olur. Çekingen tavırlarla sürekli yalının olduğu tarafa bakan delikanlıya karşı Suat’ın gözlerinde uçuşan gülümsemeyi hisseden Necip o akşam ilk vapurla İstanbul’a döner. Üç gün yalıya uğramaz. Günlerini kendini bilmez bir hâlde geçirir. Ancak Süreyya’dan aldığı bir mektupla yalıya döner. Süreyya’nın mektubunda evlilik yıldönümleri için aile arasında küçük bir kutlama yapacakları yazmaktadır. Necip, Süreyya için üzülür. Suat’ın ihanetine kendisini o kadar inandırmıştır ki tüm bunları gülünç bulur. Ancak Suat’ı görmek, her şeye baskın çıkmış ve daveti kabul etmiştir.
O akşam, yemeğin sonunda Süreyya’nın anlattığı bir olay Necip’e dünyaları verir. Sık sık gördükleri o delikanlı, komşu yalılardan evli bir kadına âşıktır. Delikanlı yazdığı aşk mektubunu verirken de kadının kayınbabası tarafından görülmüş bunun üzerine de büyük bir şamata yaşanmıştır. Suat, bu ilişkiyi çok önce fark etse de onlardan gizlemiş; hiçbir şey söylememiştir. Süreyya bu nedenle şakayla karışık karısından şikayet ederken Necip, Suat’tan şüphelendiği için büyük bir utanç duyar.

Hayranlık aşka dönüşüyor!

Süreyya’nın mevsimi yalıda geçirmesi teklifini kabul eden Necip’in Suat’a duyduğu hayranlık gün geçtikçe daha da artar. Böyle bir kadına sahip olabildiği için Süreyya’yı da dünyanın en mesut adamı olarak görür. Kendisi için de Suat gibi birini bulmanın imkansızlığını düşünüp üzülür. Hatta bu düşüncenin kendisini sarstığı bir an “Ah, o benim olsa ölürdüm!” diye inleyecektir. Bu fikir, bir müddet onu terk etmez. Ancak bunun hiçbir suretle gerçekleşmeyeceğinin farkındadır. Aralarında Süreyya’nın katılmadığı tek zaman dilimi piyanonun başında birlikte geçirdikleri dakikalardır. Müzikten hoşlanmayan Süreyya ise bu dakikalarda ya koltuğunda uyuklamakta ya da Behice Dadı ile uğraşmaktadır.
Necip, bir süre sonra “Ben ne yapıyorum?” demeye başlar. Suat’a bakarken “Seni seviyorum!” diyebilmek için nasıl yandığını düşündükçe kendisinden iğrenmeye başlar. Süreyya’nın tüm bunları öğrenmesi karşısında ölümden başka bir çare olmadığını düşünür. Süreyya ise tüm bunları fark edemeyecek kadar kendi zevkleriyle meşguldür. Onun bu tavrı Suat’ı her gün biraz daha üzer.

Cinayet gibi bir şey…

Suat’ın düşünceli ve dalgın hâli Necip’in gözünden kaçmaz. Necip, gittikçe nefsine karşı kendisini aciz hissetmeye başlar. Bir gün piyanonun üstünde Suat’ın eldivenlerini görür, kendine hakim olamayarak eldivenlerden birini cebine atar.
Kendini bir cinayet işlemiş gibi hisseden genç adam bir süre sonra işlerini bahane ederek yalıdan ayrılır. Başka bir taşkınlık yapmaktan korkan Necip için kaçmak tek çare gibi görünür. Israrlarına rağmen Necip’in gidişi evde büyük bir boşluk yaratır.
Süreyya’nın bir çocuk gibi sadece kendi zevkleriyle meşgul olması Suat’ta artık, üzüntüden çok bir kızgınlık hissi yaratmaya başlar. Hatta kendinden de şüphe eder bir hâle gelir. Belki de bu birlikten sıkılan sadece Süreyya değildir.
Suat, Necip’in böyle birden gidişine bir anlam veremez. Necip’in belki de sıkılıp gittiğini düşünen genç kadın, onun da tıpkı kocası gibi sadece kendini düşündüğüne kanaat getirip üzülür.
Bu arada sekiz gün sonra Necip çıkagelir. İçinde yaşadığı ikilemlere rağmen hiç aklında yokken kendini vapurda bulmuştur. Onlardan uzak geçirdiği hayatın renksizliğinden bahsetmesi üzerine yaptığı konuşma ise Suat’ı memnun eder. O ise hissettikleri için kendini suçlamaya devam edecektir. Necip’in iki gün kalıp gitmesi Suat için pek acı olur. Necip ise en kısa zamanda tekrar geleceğini söyler.

Hacer’in sözleri…

Suat, tekrar başlayan yalnızlığını Necip’in pek övdüğü bir parçayı piyanoda çalmaya çalışarak gidermeye çalışır. Amacı ona sürpriz yapmaktır. Fakat dadının gelişi her şeyi daha kötü bir hâle getirir. Dadısı birikmiş hikâyeleriyle genç kadını boğduktan sonra asıl meseleye gelir. Necip’in yanlarına bu kadar sık gelmesini Hacer’in normal karşılamadığını aktarır. Hatta Hacer tam şöyle bir laf etmiştir: “İnsanın Süreyya gibi vurdumduymaz bir kocası olduktan sonra…”
Suat, dadısının aktardığı sözler karşısında şaşırıp tüm bu düşünceleri iğrenç bulurken dadısı, genç kadının desteklemek zorunda kalacağı bir uyarı yapar: “Buna izin vermemeli!”
Böyle bir söz çıkması, diğer insanların hatta kocasının buna inanma ihtimali Suat’ı çok ürkütür. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve ister istemez Necip’e eskisi gibi doğal davranamayacaktır. Halbuki Necip, artık tahammül edilemez bir hâle gelen hayatına anlam katan tek kişidir. Daha önce Necip gelsin diye dört gözle bekleyen Suat, artık hiç gelmezse sorunların çözüleceğini düşünür. Hatta Necip, kocası İstanbul’a indiği bir vakit gelir de onunla yalnız kalırlar diye çok korkar.

Necip çok hasta…

İstanbul’dan dönen Süreyya ise Necip ile ilgili kötü bir haber verir. Necip, tifo olmuş; kendini bilmeden bağdaki evde hasta yatmaktadır. Hatta Süreyya’ya göre ölmek üzeredir. O gece karı koca için tam bir matem havası içinde geçer. Süreyya arkadaşını o hâlde görmekten duyduğu pişmanlığı anlatmaya çalışırken Suat ise söylemeye çekinse de bir an önce hastanın yanına gitmek ister. Hem kendini üç gündür düşündükleri nedeniyle Necip’e karşı suçlu hissetmektedir. Bu arada Suat, yaşadığı telaş ve korkuya sebep bulamayarak kendinden tereddüt etmeye başlar. Sonuçta korku dolu bir hafta geçirir. Süreyya hâlâ gitmeye razı görünmeyip: “Bir şey olsaydı haber gelirdi.” derken Suat ise kocasına karşı meraklı ve endişeli gözükmekten korkup acı çeker.
Sonunda haber gelir, hastanın durumunda bir değişiklik yoktur. Suat hem merak edip hem de bu kadar sakin kalan kocasına içten içe kızar. Diğer taraftan Necip’in kendisi için ne kadar kıymetli olduğunu hissedip korkuya kapılır.
Bağa giderse bu hâli ile Hacer’in söylediklerini teyit edecek bir hareket yapmaktan korkarken bu sefer de Süreyya gitmek ister. Artık “Hayır, gitmeyeceğim.” demek mümkün değildir. Hazırlanırken kalbi heyecanla çarparken bir taraftan da olabilecekleri düşünüp korkar.

Necip’i hayatta tutan sır…

Bu ziyaret onun için büyük bir sınav olur. Necip oldukça zayıflamış, iskelete dönmüştür. Hasta yatağındaki Necip’i görünce ağlamamak için dudaklarını sıkar. Suat’ın yokluğunda ölmekten korkan Necip ise karışık duygular içerisindedir. Süreyya’nın dışarıya çıktığı sırada hastanın baş ucunda konuşmaları dinleyen Hacer ise fırsatını bulup yaramaz bir çocuk edasıyla Necip’i hayatta tutan sırrı açıklar: beyaz bir kadın eldiveni.
Hacer’in Necip’in yastığının altından alıp salladığı eldiven, Suat için büyük bir darbe olur. Genç kadın, otururken bile yaslanma ihtiyacı duyar. Kayıp olan eldivenin Necip’ten çıkmasıyla yaşadığı zihin karmaşası içerisinde korku ile mutluluk arasında gidip gelir. Hemen oradan kaçıp gitmek istese de bir süre sonra başka bir darbe daha gelecektir. Süreyya, dinlenmesi için Necip’i yalıda misafir etme konusunda ısrar eder. Tüm bunlarla baş etme konusunda kendini zayıf hisseden Suat, Necip’in geçmişte kendisine karşı olan davranışlarını düşünmeye başlar. Daha önce Necip’ten ummadığı ya da anlamsız bulduğu birçok davranış bir bir anlam kazanmaya başlamıştır. Demek ki seviyor, diye düşünür. Necip de benzer duygular içindedir. Suat’ın her şeyi anladığını düşündükçe sevinçle karışık bir korku duyar. 

İkisinin de korku içinde beklediği misafirlik beklediklerinin aksine oldukça sakin bir havada başlar. Suat’ın davranışlarındaki nüansları sadece kendisinin fark ettiğini düşünen Necip, onun saflığına ve ciddiyetine tutulurken Suat ise Necip’in saygısına ve sırdaşlığına minnet duyar. İkisi de Süreyya’nın kışı yalıda geçirme fikrine sıcak bakar. Necip, eninde sonunda Suat’sız geçireceği bir hayattan korksa da gerçekler karşısında kendini çaresiz hisseder. Sonuçta evini kendisine açan en yakın arkadaşının karısını sevmektedir. Belki de kendisi için tek çare intihardır. Ve bir kere daha kendini neden tifodan ölmedim diye hayıflanırken bulur.

Beklenen itiraf…

Suat, yalıda geçen bütün bu günleri itiraf anının gelmesinden korkarak geçirir. Denizde yağmura yakalanıp eve kaçtıkları bir akşam Suat, yağmuru seyrederken boğuk bir inilti işitir. Başını çevirip baktığında Necip’i bir koltuğa dayanmış bulur. Elindeki mendili ısıran Necip’in rahatsızlandığını düşünüp “Ne oluyorsunuz?” diye birkaç adım atar ki korktuğu o anın geldiğini anlar. “Hiç, hiçbir şey” diyen Necip, kısa bir sessizlikten sonra bütün kuvvetini toplayıp “Ölüyorum, işte o!” der. Suat, Allah aşkına sus der gibi bir işaret yapsa da Necip, her şeyi açığa vuran sayıklamalarına devam edecektir. Suat için tek çare ise orayı terk etmek olur.
Kendini sefil ve adi hisseden Necip için artık kaçmaktan başka bir çare yoktur. Ancak geçirmek zorunda olduğu bir akşam yemeği vardır. Süreyya ise gece balığa çıkamayacağı için sinirlidir. Necip, şikâyet eden arkadaşına karşılık vermekte zorlanırken Suat ise yemek boyunca sessiz kalır.
Yaptığından pişman olan Necip, gece boyunca uyumakta zorlanır. Sabah hazırlanıp kapıdan çıkarken Süreyya’nın kendisinden şikâyetleri arasında Suat’ın “Tamamen değil ya… Yine gelirler elbet.” demesi Necip’i çok mutlu edip “O da beni seviyor.” diye düşünmesine neden olur.
Necip; yağmura, çamura aldanmadan yürüyüp vapurla İstanbul’a iner. Yerleştiği otelde insanlara bakıp ne kadar şanslı olduğunu düşünür. O, olmadan hayatı bir çölden farksızdır.
Otelde kaldığı birkaç günün sonunda Suat’ı görme isteğiyle yanıp tutuşur. Ancak yaşadığı bu mutluluk, bir süre sonra acı gerçekler karşısında silinmeye başlar. Suat’ın kendisini her şeyi geride bırakacak kadar sevemeyeceğini düşünür. Hem bu kadar sevdiği kadından bunu nasıl isteyebilir?
Otelin salonunda böyle düşüncelere dalmışken kapıda Süreyya’yı görür. Onu almaya gelmişler, Suat da arabada beklemektedir. Süreyya devamlı konuşurken Necip, arabada çarşafından tanıdığı Suat’a yaklaştıkça perişan bir hâlde onun yüzüne nasıl bakacağını düşünür. Süreyya arabacının parasını verirken Suat ise sevildiğini bilen kadınlara özgü bir eda ile “Rahatsız etmedik ya?” diye sorar. O ise sadece tavırlarıyla cevap verebilecektir.
Suat, Necip’in burada olduğunu çantasını almak için yalıya gelen otel görevlisinden öğrenmiştir. Yani buraya gelmeleri Suat’ın marifetidir ve genç kadın artık kendine bile itiraf edemeyeceği bir duygu ile hareket etmektedir. Buna rağmen bu iki adamı soktuğu çirkin durumun da farkındadır. İki erkek havalardan konuşurken “Malum ya, eylül hüzün ve yas ayıdır.” sözü üzerine Suat, ömrünün ve kadınlığının eylülünü yaşadığını hissederek içinden “İşte benim eylülüm!” diyecektir. Ne yaparsa yapsın kış gelecektir. Sonunda akşam olup da Necip’in onlardan ayrılacağı sırada ikisinin bakışları bir kez daha buluşacak ve uzun uzun sohbet etmiş gibi hissedip mest olacaklardır.
Sonraki günlerde binbir anlam yükledikleri bu kaçak bakışmalar onlara büyük bir mutluluk verir. Suat’ın üstüne başına dikkat edip süslenmesi ise tüm bunların kendisi için olduğunu bilen Necip’i dünyanın en mutlu adamı yapar. Bazen baş başa kaldıklarında konuştukları şeyler sanki aralarında hiçbir şey yokmuş gibi görünse de Süreyya’nın çıkıp gelmesi onları bu güzel rüyadan çekip çıkarır.

Necip’in çıkmazları…

Necip, Suat’ı artık bütün benliği ile kendisine bağlı gibi hissetse de o ağırbaşlı, güçlü kadını böyle endişeli ve perişan görmek ona acı vermeye başlar. Hatta kendi gibi yetersiz ve sefil birine âşık olduğu için ona acır. Onu mutlu etmeyi çok istese de onu üzmekten başka bir şey yapamadığı açıktır.
Bakışmaların bir adım ötesine geçseler içine düşecekleri pişmanlık ve acınası durum ortadadır. Hatta Necip, bu durumda Suat’ı düşmüş bir kadın olarak görmeye başlayacağını düşünüp kendinden korkar. Bu kadını, bu muhteşem kadını, o kirletecek; o dile düşürecektir.
Sonra bir çıkış bulmuş gibi sevinir. Bu zamana kadar birçok kadını sırf dış görünüşü için sevmiş ve istisnasız hepsinden bir yara almıştır. Şimdi ise sevilmeye en layık olanı sadece ruhu için sevmektedir. Ve bu açıdan bir rakibi de yoktur. Bu, bir anlamda ruhların evliliğidir.
Böylece bu sonbahar günleri onun için daha önce yaşamadığı bir mutluluk dönemi olur. Ancak yine Süreyya’nın dostça bakışları karşısında ezilmekten de kendini alamaz ve bu anlarda yine en başa dönüp kendi kendini yer.
Suat’ın durumu da ondan farklı değildir. Yalnız kaldıkları bir sırada konuşurlarken Süreyya’nın adının geçmesi ikisini de titretecek ve Necip, Suat’ın bir sessizlikten sonra başını kaldırmadan “Ah biz fena yapıyoruz, fena, fena…” dediğini işitecektir.
Hatta Suat, Necip’in Süreyya ile konuşmalarındaki samimiyete şaşırıp bunu 

hâlâ nasıl yapabildiğini anlamakta zorluk çeker ve hayatlarından çıkıp gitmesini diler. Hem evli bir kadın olmasına rağmen onun aşkına karşılık verdiği için kendisine farklı bir gözle bakmasından da korkar.

İlk kavga ve konağa dönüş…


Bir gün yemekte Süreyya, bağdakilerin konağa indiklerini söyleyince Necip kendisinin de artık İstanbul’a ineceğini söylemek zorunda hisseder. Ne de olsa kış gelmiştir. Süreyya kendilerinin de belki haftaya İstanbul’a inebileceklerini söyleyince Hacer ile bir araya gelmekten korkan Suat’ın tepkisiyle karşılaşır. Suat’ın “Hani kışın da kalıyorduk?” sözü üzerine Süreyya bir bahane arar gibi havalardan dem vurur. Karısının ikna olmadığını görünce de işinden daha fazla uzak kalamayacağından bahseder. Ancak tüm bunlar Suat için birer bahanedir. Gitmek istiyordur ve karısının ne düşündüğü onun için pek de önemli değildir. Süreyya’nın sert bir tonlama ile konuyu kesip atması karşısında Suat’ın gözleri dolar. Suat, bugüne kadar hep kocasının isteklerine boyun eğmiş, onun mutluluğunu önceliği olarak görmüştür. Necip, yaşananlar karşısında çareyi gitmekte bulmuşken Suat, kocası karşısında ilk defa isteklerini savunmak için kendini mücadeleye hazır hisseder. Bu ilk kavgalarıdır ancak ne kadar uğraşsa da Süreyya’yı ikna edemez. Demek bugüne kadar sadece kendini kandırmış, kocasının nasıl bir egoist olduğunu anlamamıştır. Beni biraz sevse böyle yapmazdı diye düşünür.
İstanbul’a gittiğinde güzel olan her şeyin bitecek gibi olduğunu düşünen Suat, vapurda öfkesinin bir kin haline dönüştüğünü fark eder. İstanbul’da hiçbir şey bilmeden yargılamaya hazır o insanlar arasında artık kendi düşüncelerinden bile korkması gerekecektir. 

Konağa vardıklarında kaderine, neden serbest olamadığına isyan etmek ister; tüm bu gereksiz insanlardan çekindiğine kızar. Öyle sıradan, kolayca ezebilecekleri bir kadın olmadığını göstermek ister ancak aklına gelen tüm çılgınlıklar Hanımefendi’nin yanına çıkınca bir bir kaybolur.
Bunları yapabilecek bir kadın olmadığını bir kere daha anlamıştır. Hatta büyük saygı ve sevgi duyduğu bu kadının bir şey duymuş olma ihtimali karşısında büyük bir endişe duyar.
Hep bu insanlardan şikâyet eden Süreyya ise pek mutlu görünmekte, dostça konuşan Hacer ise belki yüzünce defa gelmelerinden duyduğu memnuniyeti dile getirip arada da hayatından ve kocasından şikâyet eder.
Bu arada işten gelen Fatin, Süreyya ile konuşmaktadır. Suat, birbirini sevmeyen bu iki adamın sahte yakınlıklarına bakarken kulağının dibinde konuşmaya devam eden Hacer ile aralarındaki ilişkinin de onlar gibi sahte olduğunu düşünür.
Ancak her şeye rağmen Hacer, kocası Fatin hakkında hissettiklerini kimseden saklamıyor, açık açık sevmediğini belli ediyordur. Hem Hanımefendi bile yıllardır huysuz kocasına katlanmaktadır. Belki o da yavaş yavaş böyle bir insana dönüşecektir.

Suat’ın soğuk tavırları…


Üçüncü gün akşamüstü Necip çıkagelir. Suat karanlıkta, Fatin ile gelen Necip ise pencerenin önünde aydınlıktadır. Suat, ne yapacağını bilemez bir hâlde iken Hacer’in Süreyya’dan Suat’a doğru dönen imalı bakışlarla Necip’e “Artık bundan sonra tabii sık sık gelirsiniz…” demesi karşısında olduğu yerde kalıverir. Etrafa karşı neşeli görünmeye çalışan Necip ise Suat’ı durgun ve donuk gördükçe endişeye kapılır.
Yemekten sonra erkekler tavla etrafında kümelenirken Suat’ın ve Necip’in hâllerinden anlamlar çıkarmaya çalışan Hacer de boş durmayıp: “Siz bütün yazı yalıda böyle geçirdiyseniz yazık” gibisinden laflar eder. Ancak bu fettan kadının asıl darbesi Necip’e yönelttiği şu soru olur: “Ha, kuzum o sizin eldivenin hanımı ne oldu?”
Bu soru üzerine Suat ölüyorum zannederken Necip, soruyu geçiştirmeye çalışır. Beceremeyince de ciddi ciddi o kadının öldüğünü söyler. Bu sefer de konuşmalar onun neden evlenmediği üzerine yoğunlaşır. Süreyya konu üzerinde değerlendirmeler yapıp Necip’i evlilik konusunda yüreklendirmeye çalışırken Necip’in tek düşüncesi Suat’ın neden soğuk davrandığı olur. Bir hafta içinde ne olmuş olabilir diye düşünüp durur. Bütün gecesi yatakta bu sorulara cevaplar aramakla geçer.
Sabah Necip, Suat’ı kısa bir süre olsa da yalnız bulur. Suat da bütün gece uyumamış, sabah erken kalkıp onu görme ümidiyle beklemiştir. Suat’ın gülümseyerek “Maşallah bu ne erken…” demesi genç adamı karanlıklardan alıp bahara eriştirir. Kısa bir süre de olsa sanki bakışlarla konuşurlar. Suat’a göre bu ortamda bunu devam ettirmek mümkün değildir. Bu kısacık andan sonra birbirinin peşi sıra Fatin ve Hacer gelir. Biraz sonra evin erkekleri konaktan çıkacak, Suat ise Necip’in kapıdan üzgün bir hâlde çıktığına şahit olacaktır. Genç kadın bir taraftan Necip’in gelmesini istemekte diğer taraftan da olabileceklerden korkmaktadır.
Erkeklerin gidişi ile Hacer yine uzun uzun kocasından şikâyet eder. Suat ise Necip’in dibinden ayrılmayan bu kadına hem kızmakta hem de kocasıyla yaşadıklarından dolayı acımaktadır. Hacer’e göre Fatin’in paradan başka düşündüğü bir şey yoktur. Para gidecek diye çocuk bile istemiyordur.
Necip üç gün geçmeden Süreyya ile tekrar çıkıp gelir. Suat, kayıtsız davrandığını düşündüğü Necip’e “Hiç olmazsa bu kadar sık gelme, zira artık her şey bitti…” demek isteği duyar. Her şey bitmese bile biraz önlem gerekmez mi, diye düşünür. 

Her şeyi bırakıp gitmek isteği duyan Suat, mutlu olabilmek için kendini bazen namusunu ayaklar altına alabilecek kadar güçlü hisseder. Ama onu asıl düşündüren Necip’in bu konudaki samimiyeti ve ciddiyetidir. Ne yazık ki bundan emin olma ihtimali yoktur. Sonra da tüm bunların bir çılgınlık olduğunu kabullenip herkes gibi hayatına tahammül etmesi gerektiğini düşünür.

Necip zevk âlemlerinde…

Necip ise Suat’ı kendisine karşı soğuk bir nezaket içinde gördükçe kahrolur. Olanları anlamakta zorluk çekip ne yapacağını bilemez. Kaçmak için bahaneler arar, bulamayınca da kâh piyanoda kâh kağıt oyunlarında Hacer’in elinde oyuncak olur.
Bu arada Suat’ın Süreyya ile dargınlıkları devam etmektedir. Karı koca mecbur kalmadıkça konuşmamaktadır. Necip ise Suat’ın tavırları nedeniyle bir hafta kadar ortadan kaybolur. Fatin’in anlattıklarına göre kendini Beyoğlu’nda zevk âlemlerine bırakmıştır.
Suat, demek o da herkes gibi sahte yaşıyor diye düşünür ve buna üzüldüğü için de kendine kızar. Artık onu unutmak, tüm bunları yaşamamış olmak ister hatta ondan nefret ettiğini düşünür.
Bir gece Süreyya kendisine ellerini uzatıp af dilediği zaman ise sanki sarıldığı kocası değilmiş gibi uzun uzun onun göğsünde ağlar. Aslında Süreyya, onun yalıda kalma isteğini kabul etmeyip bilmeden de olsa onu Necip’ten korumuştur.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi Süreyya sözü yine Necip’e getirip arkadaşının bir Fransız oyuncuya bağlandığını anlatır. Suat ise ağlayarak ona teşekkür etme ihtiyacı duyup bu sığınmada bir teselli ve güç bulmaya çalışır. Hem başka çaresi de yoktur. Herkes gibi o da böyle yaşamaya alışmak zorundadır. Hem kocası ne Fatin gibi iğrenç ne de kayınpederi gibi zorbadır. Ah keşke bir de çocuğum olsaydı diye düşünür. İşte, o zaman gerçekten mutlu olabilecektir.

Bir gün Necip, konağa sarhoş bir hâlde gelir. Anlaşılmaz sözler söyleyip tüm kadınlardan şikâyet eder. Evdekiler Necip’in Fransız oyuncudan bahsettiğini sansalar da o tüm kadınların aynı olduğunu ve bağlılığın ne olduğunu bilmediklerinden dem vurur. Sesi o kadar derin bir nefretle doludur ki tüm bu sözlerin kendisi ile ilgili olduğunu anlayan Suat ne yapacağını bilemez. Hanımefendi, perişan hâldeki Necip’i odasına götürürken ağlamak üzere olan Suat da odasına kaçar. Suat’a göre zevk ve sefa âlemine dalmışken kendisini kalpsizlikle ve ihanetle suçlaması büyük bir haksızlıktır. Süreyya odaya geldiğinde genç kadın hâlâ ağlamaklıdır. Kocasına görünmemek için bir şeylerle oyalanırken imdadına Hacer yetişir. Hacer, onu alıp Necip’in kaldığı odanın önüne kadar sürükler. Necip, içeride Hanımefendi olduğu hâlde sürekli ağlamakta ve “Bilseniz..” sözünü tekrar edip af dilemektedir. Kapıyı aralayan Hacer sayesinde söyledikleri daha da net duyulur. Necip tüm bunları, unutabilmek pahasına yaptığını ve yalnız kalırsa çıldıracağını söylemektedir. Gerçeklerden habersiz Hanımefendi ise kadınların peşini bırakmasını salık verir. Suat ise daha fazla dinleyemeyip karanlık bir köşeye çekilerek uzun uzun ağlar. Tüm bunların sebebi benim diye düşünür. Ayaklarına kapanıp af dilemek, onu hâlâ sevdiğini haykırmak ister. Odasına sarsılmış bir hâlde dönüp uykuya da sabaha karşı anca dalar.

Biz böyle istedik…


Uyandığında Hanımefendi’nin onu görmek istediğini öğrenir. Necip için doktor çağrılmıştır. Kendileri ise bir düğüne katılmak zorundadırlar. Hemen gidip döneceklerdir. Hanımefendi, Suat’tan doktor gelince onu Necip’in yanına çıkarmasını ister. Sadece ateşi vardır ama Suat: “Sana bir şey olursa ben de ölürüm.” diyebilmek için yanına gitmek ister. Ancak kaç kere niyetlense de kapıdan giremez. Onu kötü görmekten ya da ayaklarına kapanıp ağlamaktan korkar.
Süreyya işe gitmeden önce Necip’i yoklamış, uyuduğunu görünce de ses etmemiştir.
Sabırsız bir hâlde doktoru bekleyen Suat, verdiği bütün kararların böyle umulmadık darbelerle nasıl darmadağın olduğunu düşünürken birden kapı açılır. Suat, doktorun geldiğini düşünürken karşısında Necip’i bulur. Necip, soğuk bir tavırla Hanımefendi’yi sorar, kendisi için doktor çağrıldığını öğrenince de iyi olduğunu iddia eder. Hem hasta olsam ne olur ki, diye sorar. Onun için hayatın hiçbir anlamı yoktur.
Suat ise tüm bu serzenişlere sadece hıçkırmaya hazır, acı bir bakışla “Necip!” diyerek karşılık verir. Sonra da ağlamamak için tekrar elindeki dikişe kapanır. Necip ise feryat etmesi gereken kişinin kendisi olduğunu söyleyerek mahvolduğunu söyler. Haftalarca bir bakışı için neler çektiğini, artık onu sevmediğini düşündüğünü söyleyip onunla hayalini kurduğu hayattan bahsetmeye başlar. 

O anda birden Suat’ın gözünden birkaç damla yaşın dikişe düştüğünü görür. Demek hâlâ seviyordur. Genç adam, sevdiği kadının karşısında ölecek kadar mutlu hissederek öylece kalakalmıştır. Sonra yanındaki koltuğa gidip kendisiyle gelmesi için yalvarmaya başlar. İkisi de bu teklifin ağırlığı altında bir süre susar. Suat, bu teklif karşısında kendini çok mutlu hissetse de Süreyya’ya bunu yapamayacağını söylemeye çalışır. Necip ise hem ona hak veriyor hem de her şeye rağmen kendisini sevmekten vazgeçmemesini istiyordur. Elinde ise cebinden çıkardığı eldivenin teki vardır, o zaman kadın da tıpkı onun gibi sakladığı diğer teki çıkarır. Necip, o kadar mutlu olur ki kadının eldiveni tutan elini dudaklarına götürüp öpmek ister. Suat’ın titreyen eli bir süre dirense de sonunda teslim olacaktır. Ayrılma vakti gelmiştir. Genç adam, ayrılırken bu muhteşem kadının kendisine mutluluğu bağışlayan yaşlı ve titreyen gözlerinden öper. Bitmiştir ama sadece kendileri istediği için bitmiştir. Kendini sokağa atan Necip, bir süre çamurlu yolda yürüyüp sonra bir arabaya atlar. O, arabada; Suat ise evde ağlamaktadır…

Alevler içinde…


Her şeyin sonu ise o akşam duyulan bir feryat ile başlayacaktır. Konak alevler içinde kalmıştır. Bazı camlar patlarken kiminden dumanlar kiminden de alevler yükselmektedir. Ev halkı kendini dışarı atıp birbirlerini ararken çıkan sesler kıyamet günü gibi birbirine karışır. Konağın özellikle selamlık bölümü ateşler içindedir. Suat’ı göremeyen Hanımefendi “Süreyya, Süreyya” diye oğluna seslenirken o sanki hiçbir şey duymuyor, işitmiyor, anlamıyor gibidir. Sonunda “Beraber çıkıyorduk, bilmiyorum” der. O an bahçedeki herkes Suat’ın adını haykırmaya başlar ancak hiçbir cevap alamazlar. Sonra “Suat mı, yok mu, Neden?” diyen Necip’in kısık sesi duyulur. Hanımefendi’nin “Allah aşkına koşunuz, bakınız kızcağıza” diyen feryadı üzerine Süreyya ve Necip kapıya doğru koşar. Selamlık tarafına giden koridor ateş içindedir. İçeriye girmeye korkan Süreyya dışarıdan “Suat!” diye haykırır. İkisi de bir inilti duyar fakat ses büyük bir çatırtı ile boğulur. Alevler her tarafı sarmışken ikisi de bir an tereddüt eder. Hemen sonrasında ise Süreyya, Necip’in haykırarak içeri atıldığını görür. Süreyya, “Necip!” diyerek arkasından koşmak istese de tavanın çöküp kapının ateşler içinde kaybolması üzerine delirmiş bir hâlde vazgeçerek dönmek zorunda kalır.

İlgili Sayfalar

👉 Mehmet Rauf

👉 Eser Özetleri

Özete Esas Alınan Baskı

Mehmet Rauf, Eylül, Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Nuriye Bilici, Say Yayınları, 100 Temel Eser, 7. Baskı, 2017

Konu Anlatımı İndir 👇


Cover Image

Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri

Ocak 8, 2025 Okuma süresi: 10 dakika
İhsan Oktay Anar

İhsan Oktay Anar’ın 1998 yılında yayımlanan romanı.

Yazarın üçüncü romanıdır.

Esere adını veren Efrâsiyâb (Afrasyab), Saka Türklerinin efsanevi hükümdarı Alp Er Tunga’dır. İranlılar, ona Afrasyab adını verip ulusal destanları Şehnâme’de onun kahramanlıklarından söz etmişlerdir.
Yazar, eserde postmodern bir anlatım tekniği olan parodiden yararlanmıştır. Parodi, bir metnin alayla, abartıyla ya da çarpıtılarak taklit edilmesidir.

Bu açıdan eserde farklı kültürlere ait Kırmızı Başlıklı KızKont DrakulaPrometheusKral MidasMantıku’t-tayrSüpermen gibi birçok anlatı; orijinalinden farklı şekil ve isimlerle 20.yüzyıl Anadolu’suna uyarlanmış ya da bu eserlere göndermeler yapılmıştır.

Eser, çerçeve öykü tekniği ile kaleme alınan postmodern bir anlatıdır.
Romanın ana karakterleri insan bedenindeki Ölüm (Azrail) ile Cezzar Dede‘dir.

Ölüm, bir sonraki alacağı can olan Uzun İhsan’ı (İhsan Oktay Anar) bulmaya çalışırken Cezzar Dede ile bir anlaşma yapar. Cezzar Dede anlattığı her hikâye için bir saat daha yaşayacaktır. Eser, bu açıdan Binbir Gece Masalları’na benzemektedir.

Ölüm ile Uzun İhsan arasında sekiz mahalle süren kovalamacada Ölüm ve Cezzar Dede karşılıklı olarak korku, din, aşk ve cennet konularında sekiz hikâye anlatırlar.

Kurmacanın alt katmanlarını oluşturan sekiz hikâye sırasıyla şöyledir: Güneşli Günler, Bidaz’ın Laneti, Bir Hac Ziyareti, Dünya Tarihi, Ezine Canavarı, Hırsızın Aşkı, Şarap ve Ekmek ve Gökten Gelen Çocuk.

Ölüm, her defasında Uzun İhsan’ı elinden kaçırmaktadır. Sekizinci mahalleye geldiklerinde  Ölüm, “Gökten Gelen Çocuk” isimli sekizinci hikâyeyi anlatmaktadır. Hikâyeyi bitirdiğinde oyunun sürmesini ister. Cezzar Dede ise artık hikâye anlatmak istemediğini söyleyerek Ölüm’e “Benden alman gerekeni alabilirsin.” der. Bu arada sekizinci mahallede Uzun İhsan’ın kaldığını evin önüne gelirler. Cezzar Dede’nin yardımı ile pencereye asılıp içeri bakan Ölüm, kız kardeşi Uyku ile yüz yüze gelir. Uzun İhsan ise sedirde derin bir uykudadır. Uyku, Uzun İhsan’ı kardeşinin eline bırakmak istemez. Ölüm ise ablasının yüksek sesten ürktüğünü bildiği için Uzun İhsan’a doğru bağırmaya başlar. Bu arada kapıda yatmakta olan devasa kurt köpeği pencerenin altına gelmiştir. Ölüm, ablasından yardım ister ancak Uyku kulaklarını tıkadığı için onu işitemez. Ölüm, avazı çıktığı kadar bağırınca da bir hayal gibi kaybolur. Uyanan Uzun İhsan ise kendini tanıtan Ölüm’e canını bağışlaması şartıyla yardım eder. Böylece Uzun İhsan sekizince defa Ölüm’ün elinden kurtulmuş olur. Cezzar Dede, dışarıda Ölüm’ü beklemektedir. 

Ebediyete gitmek üzere kasabanın dışına doğru yürümeye başladıklarında Cezzar Dede’nin torunlarıyla karşılaşırlar. Cezzar Dede, torunlarına onlarla gelemeyeceğini söylese de torunları dedelerini bırakmak istemez. Ölüm ise çocuklara bu durumu anlamalarının zor olduğunu, dedelerinin kendi isteğiyle gitmediğini, onu kendisinin götürdüğünü söyler. Ancak çocuklar her şeye rağmen dedelerini bırakmak istemeyince Ölüm, onlara bir oyun oynamayı teklif eder. Çocuklara güneş ufukta kaybolana denk kendisini gülümsetebilirlerse dedelerini bırakacağını söyler. Halbuki Ölüm’ün yüzü gülme, gülümseme, ağlama gibi duygulara mühürlüdür. Çocuklar ne kadar uğraşsa da Ölüm’ü güldüremezler. Tam ümitlerini yitirdikleri bir anda torunlardan birinin gözyaşı ile Ölüm’ün kalbindeki katılık mührü kırılır. Ölüm, çocuğun yüzündeki cenneti görmüştür. Çocukluk, cennetin ta kendisidir ve elbette seyredilmeye değerdir. Ölüm’ün gülümsemesi ile Cezzar Dede’nin canı bağışlanmış olur. Romanın sonunda da tüm anlatılanların Cezzar Dede’nin torunlarına anlattığı bir hikâye olduğu anlaşılır.

İlk Hikâye: Güneşli Günler

Ölüm ile Cezzar Dede’nin karşılıklı hikâye anlatma oyununda ilk olarak Ölüm, 1940’lı yıllarda Anadolu’daki bir yatılı okulda geçen “Güneşli Günler” adlı korku hikâyesini anlatır. Okulun porfiria hastası olan yeni müdürü, en ufak güneş ışığına bile dayanamaz hatta lambalar bile onun cildinde yaralar açar. Öğrenciler güneşsizlikten kül gibi beyaz tenli, diş etleri çekilmiş, baştan aşağı siyah giyen bu adamdan korkar ve ona kont lakabını takarlar. Sağır lakabıyla anılan resim hocası ise resme yetenekli Bora Mete’den (Prometheus) güneşi hiç görmeyen Müdür için güneşli bir manzara resmi çizmesini ister. Öğrenci bu sayede bir hapishane kadar kasvetli olan okulun dışında zaman geçirebilecektir. Ancak resim öğretmeni bunun karşılığında Alyanak lakaplı bu öğrenciden müdür için kan vermesini ister. Güneşli günlerin resmini çizebilmek için yağmurlu havaların bitip güneşli havaların çıkmasını beklerken her gece çocuktan kan alan müdürün açgözlülüğü yüzünden Bora Mete ölür. Öğrenci, arkasında güneşin doğuşunu çizmeye çalıştığı yarım kalmış bir resim bırakmıştır. Kont Drakula ve İkarus’un bir parodi toplamı olarak karşımıza çıkan Müdür figürünün yanında ona güneşi getiren Bora Mete de Prometheus olarak karşımıza çıkar. Hikâyede çarpıcı bir eğitim sistemi eleştirisi söz konusudur.

Son Hikâye: Gökten Gelen Çocuk

Eserin son hikâyesi olan Gökten Gelen Çocuk ise çocuksuz bir çiftin bahçesine gökten düşen beş yaşlarında bir çocukla başlar. Bir Süpermen parodisi olarak ilerleyen hikâyede baba Muhittin Kent, Gülerk adını verdikleri çocuktan muhtaçlara yardım eden bir kahraman olmasını beklerken annesi ise tertipli, uslu, söz dinleyen, sokağa çıkıp üstünü başını batırmayan biri olmasını beklemektedir. Bu iki zıt isteğin somut göstergesi ise tıpkı filmdeki gibi kıyafette kendini gösterir. İki tarafı da memnun etmeye çalışan Gülerk Kent, yaşadığı kimlik bunalımı sonrasında kendini cami minaresinde bulur. Minareden atlayan Gülerk’i bir leylek yakalayıp cennete götürecektir. Hikâyenin sonunda tıpkı masallarda olduğu gibi gökten üç elma düşer.

İlgili Sayfalar

👉 Modernizm / Postmodernizm

👉 

Eser Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Efrâsiyab’ın Hikâyeleri, İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları, 2024
İhsan Oktay Anar’ın Efrâsiyab’ın Hikâyeleri Adlı Eserinde Bir Eleştiri Aracı Olarak Grotesk Anlatım, Nurcan Ankay
Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri Romanında Kültürün Yorumlanması, Muhammed Ali Aktaş
İhsan Oktay Anar’ın Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri Adlı Anlatısı Üzerine Parabolik Bir İnceleme, Emine Ayan


Bahtiyarlık

Kasım 25, 2024 Okuma süresi: 8 dakika
Ahmet Mithat Efendi

Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat serisinde yer alan eserlerden biridir.
Eserin roman mı hikâye mi olduğu tartışmalı olsa da daha çok roman olarak kabul edilmektedir.
Roman sırasıyla Mektep, Senai, Şinasi, Paris’te Bir Türk, Kadınlar “Kadınların Terbiyesi”, Köy Düğünü, Medeniyet ve Bedeviyet olmak üzere yedi bölümden oluşmaktadır.
Köy hayatına özenerek şehirden köye göçen aydın tipi ilk kez bu eserde görülür.
Eserde şehirden köye taşınan idealist ve azimli bir tip olan Şinasi Bey ile onun alafranga düşkünü arkadaşı Senai Efendi‘nin hikâyesi anlatılmaktadır.


Özet

Senai Efendi, Bursa’nın bir köyünde yaşayan Yamalı Musa Ağa adında zengin bir toprak ağasının; Şinasi Bey ise İstanbullu bir memur olan Semih Efendi‘nin oğludur.
Roman, Mekteb-i Sultanide sınıf arkadaşı olan Senai ile Şinasi’nin okulun yatakhanesinde yaptıkları sohbetle başlar. Senai Efendi, şehirde bir Batılı gibi yaşamak isterken Şinasi Bey şehir yaşamından uzaklaşıp köye yerleşmeyi düşünür.
Senai Efendi, mezun olduktan sonra İstanbul’daki eğlence mekânlarının müdavimi olur. Burada Fransız asıllı Rizet isimli bir şarkıcıya âşık olur. Pahalı hediyelerle kısa zamanda Rizet ile yakınlaşır. Onun alafranga âdetlere olan düşkünlüğü anlayan Rizet, genç adamdan ciddi miktarda maddi fayda sağlar. Ancak bir süre sonra İstanbul’daki Batılı yaşam Senai için yetersiz kalır.

Şinasi Bey

Şinasi Bey ise köye yerleşecek, tarım ve hayvancılıkla uğraşacaktır. Bunun için öğrencilik yıllarından itibaren hazırlık yapar. Bir taraftan tarım ve hayvancılıkla ilgili Fransızca kitaplar okurken diğer taraftan boş zamanlarında İstanbul civarındaki bahçelerde çalışır.
Sonrasında Senai’den aldığı tavsiye mektubu ile Senai’nin babasının Bursa’daki köyüne gider. Amacı Yamalı Musa’dan köydeki ziraat ve hayvancılıkla ilgili bilgi alarak kendini geliştirmektir. Ancak bu ziyaret istediği gibi sonuçlanmaz. Yamalı Musa Ağa, Mekteb-i Sultani mezunu bir gencin memuriyette yükselmektense köye yerleşmek istemesini anlamsız bulur.
Yamalı Musa Ağa’dan beklediği desteği göremeyen Şinasi Bey, misafir olduğu başka bir köyde Süleyman Efendi isimli yaşlı bir köylüyle tanışır. Şinasi Bey’in hikâyesini dinleyen Süleyman Efendi ona yardımcı olur.
Şinasi Bey, bu köyden toprak alıp tarım ve hayvancılık yapmaya başlar. Kısa zamanda köye uyum sağlayan Şinasi, kitaplardan edindiği bilgileri de köylülerle paylaşır. Kısa zamanda “İstanbullu Akıllı Hoca” sıfatını alan Şinasi artık köyde işçi çalıştıran bir patron olmuştur.
Onun için en büyük bahtiyarlık ise arazisinden aldığı verimdir. Hatta kurduğu kümeste tavuklardan elde ettiği yumurtalar bile onu o kadar memnun eder ki sevincinden hüngür hüngür ağlar.

Senai Efendi


Senai Efendi ise babası Yamalı Musa Ağa’nın vefatının ardından Avrupa hayalini gerçekleştirebilecek paraya kavuşur. Miras, kendisi ile babasının ikinci eşinden olan kızı Zeliha arasında paylaştırılır. Senai Efendi, mirastan kendi payına düşen bütün arazileri satar. Satılan arazilerin tamamını Şinasi Bey alır.
Senai Efendi, borçlarını ödedikten sonra elinde kalan para ile hukuk okumak amacıyla Paris’e gider. Ancak kısa zamanda Paris’teki eğlence mekânlarının müdavimi olur. Parasını kumarda kaybettiği gibi yüklü miktarda da borca girer. Gece hayatının getirdiği uykusuzluk ve alkol nedeniyle sağlığı da bozulur. Tedavi olduktan sonra da borçlarını ödediği takdirde elinde para kalmayacağını düşünerek Paris’ten kaçar. Kalan son parasıyla Sicilya’ya gider. Bu sefer de İtalyan mafyasının eline düşer. Bütün servetini kaybedince de İstanbul’a döner.
İstanbul’da annesinin de ısrarıyla evlenmeye karar verir. Annesinin bulduğu adayları beğenmeyen Senai, kendisi için uygun eş adayının Nusret Hanım olduğuna karar verir. Yazara göre tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştur. Nusret Hanım, Mısır’dan gelip İstanbul’a yerleşen Abdülcabbar Bey’in iki çocuğundan biridir. Abdülcabbar Bey, çocuklarının eğitimine önem veren bir kişidir. Madam Terniye tarafından eğitilen Nusret Hanım da alafranga bir tiptir.

Şinasi Bey Zeliha ile Evleniyor!


Şinasi Bey, İstanbul’a babası Semih Efendi’yi görmeye giderken Yamalı Musa’ya da uğrar. Misafirlik sırasında da Zeliha’yı görüp ona âşık olur. Başardıkları ile Yamalı Musa’yı da kendisine hayran bırakan Şinasi, kısa süre sonra Zeliha ile evlenir. Yamalı Musa’nın ölümünden sonra da mal varlığı daha da artar. O, mutlu bir evlilik yapmış; çalışkanlığı ile muradına ermiştir.

Gerçekler Ortaya Çıkıyor…


Madam Terniye ve Nusret Hanım ise evlilik sonrasında Senai Efendi’nin bahsettiği arazi ve çiftlikleri görmek ister. Varını yoğunu kaybeden Senai Efendi, yalanlarının ortaya çıkacağını anlayıp arkadaşına bir mektup yazarak ailesini karşılamasını ister.
Şinasi Bey, aileyi karşılayıp ağırlar. Kısa süre sonra Senai Efendi’nin yalanları ortaya çıkar. Bu arada İstanbul’da kalan Senai Efendi, ailenin evindeki değerli eşyaları satıp Abdülcabbar Bey adına biraz da borçlanarak Avrupa’ya kaçar.
Avrupa’dan Şinasi Bey’e yazdığı mektubunda yaşadıklarından edindiği tecrübeyle bundan böyle elindekileri muhafaza etmeye çaba göstereceğini söyler. Eser de bu mektupla son bulur.

İlgili Sayfalar

👉 Ahmet Mithat Efendi

👉 

Tanzimat Dönemi Roman Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Osmanlıyı İbn-i Haldun’la Öykülemek: Bahtiyarlık Romanı Üzerine Bir İnceleme, Özgür Atakan
Tartışmalı Bir Eser: Ahmet Mithat Efendi’nin Bahtiyarlık Romanı Üzerine Bir Tahlil Çalışması, M. Halil Sağlam


Merdiven

Kasım 22, 2024 Okuma süresi: 2 dakika
Nazım Kurşunlu

Nazım Kurşunlu'nun üç perdelik oyunu.
Bir emeklilik trajedisi olan oyunda emekli bir memurdan hareket edilerek toplumdaki aksaklıklar yansıtılmıştır.
Eser, emekli ikramiyesi ile yaptırdığı bahçeli evi bir üçkâğıtçıya kaptırıp sonra da yine borç harç bir gecekonduya yerleşen Hamdi Bey'in hikâyesidir.

Özet

Devlet dairesinde otuz yıl çalışan Muamelat Müdürü Hamdi Bey emekli olur. Eşi Şefika Hanım ile bahçeli bir eve taşınıp bahçede çiçek yetiştirmek en büyük hayalidir. Bu hayali gerçekleştirmek için şehirden uzak bir arsaya bahçeli küçük bir ev yapmaya çalışır. Burası, bir bodrum üstüne kurulmuş henüz tamamlanmamış tek katlı bir evdir. Ancak Hamdi Bey emeklilik parasının tümünü harcasa da evi bitiremez.

Devamını okuyayım »


Çaresaz

Kasım 12, 2024 Okuma süresi: 6 dakika
Halide Edip Adıvar

Halide Edip Adıvar’ın romanı.
1961’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen roman, ilk kez 1971’de sanatçının “Akile Hanım Sokağı” romanı ile basılmıştır.
Bu küçük eser, kurgusu bakımından yazarın diğer romanlarına göre oldukça zayıftır.
Çaresaz, romanın ana kahramanı olan Mediha’nın lakabıdır. Sözcük; çare bulan, çare olan, yardımsever ve fedakâr gibi anlamlara gelmektedir.

Mediha, çok erken yaşta annesini kaybettiği ve babasıyla da sorunlu bir ilişkisi olduğundan kendisini sevdirmek için daima fedakârlık etmesi gerektiğine inanmaktadır.
Eserde toplum tarafından erkek ve kadına biçilen roller özellikle aşk ve evlilik üzerinden ele alınmıştır.
İlahi bakış açısıyla yazılan romanda olaylar İstanbul’da geçer.

Özet

Mediha, Erenköy’de bir ilkokulda öğretmendir. Çevresi tarafından sevilip sayılan genç kadın, Hoşkadem Bacı adlı bir kadının evinde kalmaktadır. Herkesin yardımına koşması nedeniyle “Çaresaz” olarak anılan Mediha, annesini küçük yaşta kaybedince babası Selim Bey tarafından yetiştirilmiştir.
Selim Bey, II. Abdülhamit zamanında Yıldız Sarayı’nda Kilercibaşı’nın yanında mühim bir mevki sahibi iken Padişah’ın tahtan indirilmesi ile işinden olmuştur. Mediha, bu sırada sekiz yaşındadır. Sonrasında içkiye başlayan babası zamanla varını yoğunu kaybetmiştir. 

Komşuları Nikolaki Efendi’nin yardımlarıyla Üsküdar Koleji’nde okuyan Mediha, babasını da okuldan mezun olduğu sırada kaybeder.
Hikâyeler de yazan Mediha, çocuklarla nasıl meşgul olacağını bilen iyi bir öğretmendir. Mahalle halkının yardımına koşup sorunlarına çare arayan Mediha’nın destek olduğu kişilerden biri de Neyyire Hanım’dır. Neyyire Hanım, oğlu Münir ile Çaresaz’ın kaldığı evin karşısındaki eski yeşil köşkte oturmaktadır. Yardım etme içgüdüsüne engel olamayan genç kadın sık sık köşke uğrar.
Bu sırada da Neyyire Hanım’ın adliyede küçük bir memur olan oğlu Münir’le yakınlaşmaya başlar. Mediha bu kez de ağır bir rahatsızlık geçiren Münir’e bakmak için okuldan izin alır. Ancak Münir’in uzun süre bakıma ihtiyaç duyduğunu düşünmesi üzerine öğretmenlikten istifa ederek köşke yerleşir. Babasıyla ilgilendiği zamanlardaki gibi Münir ve annesiyle de ilgilenen
Mediha, onlar için maddi ve manevi bir sığınak olacaktır. Bu arada hem İngilizce ders vermekte hem de yazdığı kitapları satarak eve katkıda bulunmaktadır.

Münir ise hukuku bitirip hâkim olmuştur. İki yılın sonunda dedikoduları engellemek için imam nikahı kıyarlar. Mediha, karşılıklı özgür olmak koşuluyla bu evliliğe rıza gösterir. Mediha ile ilgili duygularını netleştiremeyen Münir, iki yılın sonunda danslı bir toplantıda tanıştığı ve oldukça güzel bir kadın olan Şehnaz’a âşık olur. Şehnaz, resmî nikâh olması şartı ile Münir’in evlenme teklifini kabul eder.
Mediha, bu durumu olumlu karşılar hatta bu evliliğe karşı çıkan Neyyire Hanım’ı ikna etmek bile ona düşer. Ancak Şehnaz’ın kıskançlığı köşkteki huzuru zamanla bozacaktır.
Onlar balayında iken Çaresaz, Nikolaki Efendilere gider. Balayından dönen Münir ise Mediha’yı evde göremeyince telaşlanır. Kıskançlığı artan Şehnaz ise hamiledir. Ancak hamileliğin tehlikeli olacağı öğrenilince çocuğu aldırmak zorunda kalırlar.
Şehnaz, yaşadıklarından dolayı Mediha’yı suçlar. İki yıl sonra tekrar hamile kalır. Bu arada Neyyire Hanım ölür. Şehnaz, Neyyire Hanım’ın ölümüyle Çaresaz’ın köşkteki varlığının sona ereceğini düşünse de durum umduğu gibi olmaz. Her cumartesi Nikolaki Efendilere giden Çaresaz’ın arkasından Münir de gitmektedir.
Şehnaz’ın kıskançlıkları ve hırçınlığı gittikçe artınca Mediha evden ayrılır ve Nikolaki Efendilerin üst katında aldığı daireye taşınır.
Mediha’nın köşkten ayrılması, Münir için tam bir yıkım olur. Münir ona Şehnaz’dan boşanıp kendisiyle evleneceğini söyler. Mediha bu arada Çaresazlık etmeyerek Münir’e bir kadın gibi davranmaya başlar. Mediha, Münir’in çocuğu olana kadar resmi nikâhlı eşinin yanında kalmasını ister. Ancak bu evlilik bebeğin doğumundan sonra ancak bir yıl kadar sürer. Münir, kiraya verdiği konağın kirasının bir kısmını kızına bırakarak Mediha’nın yanında bulduğu huzurlu günlerine döner.

Halide Edip Romanlarında Erkek Figürlerin İnşası, Elif Bulut


Gurbet Kuşları

Ekim 16, 2024 Okuma süresi: 10 dakika

Orhan Kemal’in 1962 tarihli devam romanı.
Eser, “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanın devamıdır.
İlk romanda çalışmak için köyünden Çukurova’ya giden İflahsızın Yusuf’un gurbette yaşadıkları anlatılırken bu romanda oğlu Memed‘in İstanbul’daki yaşamı ele alınmıştır.
Romanda köyden kentte göç ve bunun doğurduğu sonuçlar büyükşehirde yaşanan ahlaki yozlaşmayla birlikte ele alınmıştır.
Romanda olaylar siyasi çekişmelerin arttığı Demokrat Parti iktidarı (1950-1960) yıllarında İstanbul’da geçmektedir.

Özet

Roman, Sivas’ın bir köyünden çalışmak için İstanbul’a gelen Memed’in hikâyesidir. Memed, Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanda Çukurova’ya çalışmaya giden üç arkadaştan biri olan Yusuf’un oğludur.
Eşini kaybeden İflahsızın Yusuf, o yıl çalışmak Çukurova’ya gitmek istemez. Çünkü annelerini kaybeden dört çocuğu vardır. Bu nedenle gurbete büyük oğlu Memed’i göndermeye karar verir. Ancak Memed’in hedefi Çukurova değil İstanbul’dur.

Memed’in İstanbul’a gitmek istemesinin nedeni iki yıl önce köylüsü Gafur’dan aldığı bir mektuptur. İstanbul’a gelirken en büyük umudu ağası Gafur’un ona bir iş bulmasıdır. Memed’in mektubu ciddiye alıp İstanbul’a geleceğine ihtimal vermeyen Gafur ise kendini olduğundan farklı tanıtmıştır. Aslında Gafur ne kabzımal ne okuryazar ne de dükkân sahibidir.

Memed’in Gafur’a ulaşana kadar kendi kendine köy ve şehir yaşantısını kıyaslaması, hayallerine kavuşma isteği, romanda iç çözümlemeyle verilir.
Memed, İstanbul’a geldiğinde işlerin sandığı gibi olmadığını anlar. Gafur, Memed oralardayken kartonların üstüne iki üç imza karalayıp okuması varmış gibi yapmıştır. Yüzü de zaten hiç gülmemektedir. Gafur’un durumundan şüphelenen Memed’e gerçekleri Gafur’la aynı yerde çalışan Veli anlatır. 
Veli, Gafur’dan beklediği yardımı göremeyen Memed’i kaldığı bekar odasına götürerek Hacı Emmi ile tanıştırır. İki buçuk lira karşılığında burada kalmaya başlayan Memed, yine aynı yerde kalan Bekir’in yıkım ekibinde çalışır.
Memed, hayat hakkında çok şey öğrendiği Kastamonulu Recep adlı bir işçiden de okuma yazma öğrenir. Romanın ilerleyen bölümlerinde Memed, Kastamonulu Recep’in babası Murat Usta’dan duvarcılığı da öğrenerek amelelikten ustalığa terfi edecektir. Memed, bu gelişmeler sayesinde zamanla kendi sınıfının bilincine ulaşır. Ancak gösterdiği gelişme zamanla ailesi ile arasını açacaktır.

Hüseyin Korkmaz’ın Hikâyesi


Memed, bir köşk inşaatında çalışmaya başlar. İnşaatın karşısındaki köşk, Gafur’un patronu olan eski kabzımal, yeni müteahhit Hüseyin Korkmaz’ındır. 
Hüseyin Korkmaz, Niğde’nin bir köyünden yedi sekiz yıl önce İstanbul’a iş bulmak için gelmiş; hamal olarak başladığı yerde patronun gözüne girerek köşkün bir odasında kalmaya başlamıştır. Zaman ilerledikçe gözü açılan Hüseyin, patronun eşi Nesibe ile ilişkiye girmiş ve patronun şüpheli ölümünden sonra da kadınla imam nikâhıyla evlenerek hem dükkâna hem de eve sahip olmuştur. Bir süre sonra da yaşlı bulduğu Nesibe’yi boşayarak Tepebaşı gazinosunda tanıştığı Nermin’le evlenir. Nermin; birkaç yabancı dil bilen alımlı, güzel bir kadındır. Kadınlık silahını kullanan Nermin, 1950’den önce CHP’li bir politikacıyla evliyken defalarca eşini dönemin milletvekilleri ve bürokratlarıyla aldatmıştır.
Nermin, 1950’de DP iktidara gelince CHP’den ayrılarak DP saflarına geçer. Hüseyin de karısının sayesinde yıkım-yapım işlerinden çok sayıda ihale alarak daha da zenginleşmiş; iktidarın her mahallede yaratmak istediği milyonerlerden biri olmuştur.

Memed ile Ayşe

İnşaatta çalışan Memed, karşı köşkün bahçesindeki içme suyundan bidonlarını doldurmaya gittiğinde köşkün hizmetçisi Ayşe ile tanışır. Efendisinin köşkünde yatıp kalkan Gafur ise Ayşe’ye sarkıntılık etmekte mahalle bakkalında onun dedikodusunu yapmaktadır. 

Ayşe, yirmi yaşlarında annesi babası olmayan garip bir kızdır. Anadolu’nun bir köyünden on yıl önce İstanbul’a gelen Ayşe’nin tek yakını Hatçe ve Rıza çiftidir. Bu çift de diğerleri gibi birer gurbet kuşudur. Zeytinburnu’nda bir gecekonduda oturan çiftin iki de erkek çocuğu vardır. Ayşe, sürekli olarak Hatçe ablasının mutlu olmasından bahsederek evleneceği kişinin de Rıza eniştesi gibi olmasını istemektedir. Nermin ile Hüseyin çiftinin Gafur’la Ayşe’yi evlendirmeye çalışmaları sonuçsuz kalır çünkü Ayşe’nin gönlü Memed’dedir.

Bu arada Gafur, komisyoncu dükkânında birlikte çalıştığı kâtibi bıçakladığı için hapse girer.
Ayşe ile evlenen Memed, köşkün müştemilatında kalan Ayşe’nin odasına taşınır. 
Hüseyin Korkmaz da Gafur’un işini Memed’e verir. 

Memed, memleketteki babasına, İstanbul’da her şeyin yolunda gittiğinden bahseden bir mektup yazarak babasını ve kardeşlerini İstanbul’a davet eder. Bir süre sonra İstanbul’a gelen ailesi köşkte Gafur’dan boşalan odada misafir edilir.

Zamanla Hüseyin Korkmaz ile yakınlaşan İnsafsızın Yusuf da oğlu ile çalışmaya başlar. Ancak Memed zamanla birçok konuda babasıyla ters düşer. Ailesi ile Ayşe’nin geçinemediğini gören Memed, onları çağırmanın hata olduğunu geç de olsa fark eder. Memed, anlaşamadığı babasıyla bağlarını zamanla koparacak ve kardeşleriyle de bir daha görüşmeyecektir.
Memed eşiyle Ayşe’nin tanışı bir ailenin oturduğu Zeytinburnu’ndaki bir gecekonduya taşınır. Gene duvar ustasıdır, Ayşe de Bakırköy’de bir iplik fabrikasında çalışmaktadır. Biriktirdikleri paranın yanı sıra biraz da borç alarak bir arsa satın alırlar. Sonrasında da kendilerine bir gecekondu yapmaya başlarlar.

Hüseyin Korkmaz, Memed’in işlerini Yusuf’a verir. Gafur, bir müddet yattıktan sonra çıkmış; yeniden Hüseyin Korkmaz’ın evine dönmüştür. Memed’in babası İflahsızın Yusuf’u yanına çeken Gafur, Memed’in kız kardeşi Ümmü ile de ilişkiye girer.

Bu süreçte cahil, okuma yazma bilmeyen Memed şuurlu bir emekçiye dönüşürken kız kardeşi Ümmü ise utangaç köylü kızından şuh bir genç kıza evrilmiştir. 

Gafur, her şeye rağmen Ayşe’yi Memed’e kaptırdığı için intikam peşindedir. Sonunda Ayşe ile Memed’in dişlerinden tırnaklarından artırdıkları para ile yaptırdığı gecekondu inşaatını yetkililere şikâyet ederek yıktırır.

Romanın sonunda gerçekleşen bu olay karşısında Memed perişan olur. Uzaktan kendilerini memnun bir şekilde izleyen Gafur’u gören Ayşe ise kocasına “Kalk lan kalk. Gene yaparık, yenisini yaparık!” diyerek cesaret verir. Roman da bu sözlerle tamamlanır.

İlgili Sayfalar

👉 Orhan Kemal

👉 Eser Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Gurbet Kuşları, Varlık Yayınları, 1973
Romandan Sinemaya Gurbet Kuşları, Kazım Çandır
Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde ve Gurbet Kuşları Adlı Romanlarında Taşralı İnsanın Değişim Süreci, Osman Oruç


Cover Image

Mai ve Siyah

Ekim 10, 2024 Okuma süresi: 7 dakika
Halit Ziya Uşaklıgil

Halit Ziya Uşaklıgil’in 1896-1897 yıllarında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilen romanı.

Mai ve Siyah, bir hayal kırıklığının romanıdır.
Mai (mavi) hayali, siyah ise gerçekleri temsil etmektedir. 

Roman boyunca hayaller gerçeklerle çatışır.
Romanın ana karakteri Ahmet Cemil, romantik ve hayalperest bir tiptir. En büyük hayali bir şiir kitabı çıkararak para ve şöhrete kavuşmaktır.
Bir diğer hayali de yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia ile evlenmektir. Ancak aşk teması romanda ikinci planda kalır.
Ahmet Cemil, romanın sonunda iki cephede de hayatın acı gerçekleri karşısında hayal kırıklığına uğramaktan kurtulamayacaktır.
O, bir anlamda Servetifünun neslinin bir sembolüdür.
Eser, dönemin edebi tartışmalarını ortaya koyması bakımından da önemli bir kaynaktır.
Romanda mekân, kişi ve olay unsurları realist roman anlayışına uygun olarak işlenmiştir.
Romanda hâkim bakış açısı kullanılmıştır.
Özet

Roman, Ahmet Cemil’in hayallerinin anlatıldığı Tepebaşı bahçesindeki bir ziyafet sahnesinin tasviri ile başlar. Ahmet Cemil, babası öldüğü için annesi Sabiha Hanım ile kız kardeşi İkbal‘in geçimini de üstlenmek zorunda kalır.
O, bir taraftan roman çevirileri ve özel derslerle hayatını kazanmaya çalışırken diğer taraftan Mülkiye’yi bitirmeye çalışan genç bir edebiyatçıdır.
Tek tutkusu öteden beri hayal ettiği büyük eserini yazabilmektir. Yazacağı eser hem kişilik gelişiminin bir parçası hem de içten içe sevdiği Lamia’ya kendisini ispatlamasının bir yoludur. Lamia, Ahmet Cemil’in Mekteb-i Mülkiye’den arkadaşı Hüseyin Nazmi‘nin kız kardeşidir. Genellikle Ahmet Cemil’in bakış açsıyla tasvir edilen Hüseyin Nazmi, romanda servet sahibi bir babanın mesut ve bahtı açık oğlu olarak kurgulanmıştır.
Ahmet Cemil, Mülkiye’den mezun olduktan sonra Babıali’deki yenilik hareketinin öncüsü sayılan Mir’at-ı Şuun gazetesinde çalışmaya başlar. Buradaki arkadaşlarının aracılığıyla kız kardeşini Matbaa Müdürü Tevfik Efendi‘nin oğlu Vehbi Bey ile evlendirir. Bu evlilik konusunda oldukça ısrarcı olan 

Tevfik Efendi, gazetenin imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin ortağı ve gazetenin asıl sermayedarıdır.
Ahmet Cemil’in ailesi bu evlilik yüzünden peş peşe gelen darbelerle sarsılacaktır. On altı yaşında bir kızla evlenen Tevfik Efendi, bir süre sonra felç olur. Genç karısı ve oğlu Vehbi Bey bir ilişki içindedir. Hatta ikisi de Tevfik Efendi’nin ölümünü gözlemektedir. 

Babasının yokluğunda Vehbi Bey’in kontrolüne geçen gazetede çalışanlar birer birer tasfiye edilir. Hüseyin Baha Efendi’nin koltuğu Ahmet Cemil’e kalır. Ahmet Cemil, yapılanları tasvip etmese de yaşananlara seyirci kalmakla yetinir.
Ahmet Cemil, eniştesi Vehbi Bey’in kendisine önerdiği matbaa ile ilgili tasarıların etkisi altında kalır. Karşılığında küçük evini ipotek ettirmeye razı olur.
İkbal ise yapmış olduğu evlilikte mutsuzdur. Hamile kalmasına bile sevinemez.
İkbal’e oldukça kötü davranan Vehbi Bey, genç kadının yaptığı her şeyde bir kusur bularak kendini sürekli ondan ve ailesinden üstün gören bir tavır sergiler. İç güveysi olmasına rağmen hakaretlerine devam eden Vehbi, eve sarhoş geldiği bir gün İkbal’i döver. Bebeğini düşüren genç kadın, birkaç gün sonra da iç kanamadan ölür.
Matbaaya alınan yeni makinelerin borcu da Ahmet Cemil’in üzerine kalır. Bu yüzden de rehine koyduğu evini satmak zorunda kalır. Öte yandan matbaadaki tüm kontrolü Vehbi’ye kaptırır.
Gazeteden kovulan Şair Raci, başka bir gazetede Ahmet Cemil’in şiirleri aleyhine ağır bir eleştiri yazısı yazar. Ahmet Cemil ile Raci kişilik ve edebiyat anlayışı bakımından birbirinin zıddıdır. Raci, eski edebiyatın savunucusu ve temsilcisi olarak gösterilen uçarı bir tiptir. Vehbi Bey, Raci’nin yazısını gazetesi için bir prestij kaybı olarak gördüğü için Ahmet Cemil’i matbaadan kovar.
Matbaada hiçbir hakkının olmadığını, borçların ise kendi üzerine yazıldığını öğrenen Ahmet Cemil büsbütün ortada kalır.
Ahmet Cemil’in kendisine duyduğu sevgiden habersiz olan Lamia ise bir başkası ile nişanlanır.
Hayallerine veda eden Ahmet Cemil, kendisine büyük bir ün ve para getireceğini umduğu şiirlerini sobada yakar. Eserine yüklediği anlam, aslında bir yanılsamadan başka bir şey değildir: “Şimdi o kadar çocuk olduğundan utanıyordu. Bu, kendisine ne kazandırabilirdi? Merak ederek bir göz atacakların ilgisiz bir tebessümünden, fena bulmaya hazırlanmış beş on arkadaşın yalan tebriklerden başka bu eserden ne ümit olunabilirdi.”
Ahmet Cemil, şiiri bir ideal olarak görmesine karşın bu konudaki fikirleri henüz olgunlaşmamıştır. Kendisi de bunun farkındadır. O, şairden çok şairliğe öykünen biridir.
Romanın sonunda Ahmet Cemil, Arabistan’daki bir görevi kabul eder ve annesini de yanına alarak İstanbul’u terk eder. Aynı gün yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi ise yeni görevine başlamak üzere Avrupa’ya hareket etmek üzeredir.

Cover Image

Yeniçeriler

Mayıs 2, 2024 Okuma süresi: 2 dakika
Ahmet Mithat Efendi

Ahmet Mithat Efendi’nin 1871 tarihli uzun hikâyesi / romanı.
Eser, yazarın Letaif-i Rivayat serisi içinde yayımlanmıştır.
Eserin türünün ne olduğu (roman / hikâye) tartışmalı bir konudur.
Edebiyatımızda genel olarak Namık Kemal'in Cezmi adlı romanı ilk tarihî roman olarak kabul edilmektedir. Ancak Yeniçeriler'i roman olarak kabul eden edebiyat tarihçileri eseri ilk tarihî roman olarak göstermektedir.
Eserde olaylar I. Abdülhamit (öl.1789) ve III. Selim'in (öl.1807) saltanat yılları içinde geçer (1774-1807). Yazar, eseriyle birçok açıdan bozulan, başına buyruk hareket eden ve devlet içinde devlet hâline gelen yeniçerileri bir aile dramı üzerinden anlatmaya çalışmıştır.

Devamını okuyayım »


Cover Image

Yılkı Atı

Mart 21, 2024 Okuma süresi: 14 dakika
Özet

Sonbaharın kışa yakın günleridir. İç Anadolu’nun bir köyünden Üssüğünoğlu İbrahim hem çift sürmekte hem de kışı nasıl atlatacağını düşünmektedir. Hasat mevsimi iyi geçmemiş, o yıl iyi ürün alamamıştır. Zahiresi yiyeceklerine ve tohumluğa ancak yetecektir. Hayvanlar için koyduğu yem ve yiyeceğin azlığı da onu endişelendirmektedir. O akşam öküzlerini önüne katmış eve dönerken aklına çare olarak Doru Kısrak isimli emektar atını yılkıya salma fikri gelir. Fakat karara varması kolay olmaz. Epeyce vicdan muhasebesi yapar. Yoksulluk onu buna mecbur eder. Sürekli de “Yılkılık âdetini ben çıkarmadım ya!” gibi bir cümleyi tekrarlayarak vicdanını rahatlatmaya çalışır.
Ayrıca İbrahim’in kafasında daima bir zengin olma hayali vardır. Zengin olunca ona İbrahim Efendi diyecekler fakat o, köylülerine acımayacaktır. Çünkü onlar tarlada bırakılan bir çift demirini çalacak kadar kötüdür, bu yüzden de her şeye müstahaktırlar.
Köye girince hayallerinden uyanan İbrahim, önce öküzlerini sonra da evdekileri azarlar. Sinirli ve huysuzdur. Onu böyle bir adam yapan aslında hayat şartlarıdır. Çift sürerken yorulmuş, soğuk da iliklerine işlemiştir. Can sıkıntısını etrafındakilere yansıtır. İbrahim, ısındıktan sonra Doru Kısrak’ı yılkıya bırakacağını açıklar. Oğulları Mustafa ve Hasan’a talimatlarını verir. O akşam köyün sığır sürüsü köye girmeden Doru’yu çevirmelerini ve köyden uzaklaştırarak dağlara sürmelerini ister. Mustafa, küçük kardeşi Hasan’la denileni yaparak Doru’yu dağlara doğru zorla sürer. Doru Kısrak, dağlara terk edilmiştir. Bahara sağ çıkarsa yakalanıp yine çalıştırılacaktır. Ölürse de önemli değildir. Sonuç olarak o, gözden çıkarılmış yaşlı bir attır.
İbrahim’in karısı ve oğulları bu duruma üzülseler de korkularından seslerini çıkaramazlar. Doru’yu köyden uzaklaştırırken Hasan’ın attığı taşlardan biri atın başına isabet edip yaralamıştır. Doru bu durumdan dolayı kırgın bir insan gibi dağlara doğru yürür. Hasan ilerde bu olaylar yüzünden korkunç kâbuslar da görecektir. 

Doru, bir seferlik kovulmayla köyü terk etmeye niyetli değildir. Hava kararınca köpek ulumaları arasında köye döner. Ahırın kapısına gelip kapıyı tekmeler ama kapı açılmaz. Bir müddet köyde dolaşır. Şafak vakti tekrar ahırın kapısına gelir ama kapı yine kapalıdır. Sabahleyin İbrahim ve karısı onu ahırın kapısının önünde bulur. İbrahim, karısına ve sığır çobanına Doru’nun artık yılkılık olduğuna dair tembihlerde bulunur.
Doru, ikinci gün sığır sürüsüyle yine meraya gider. Fakat akşam köyün girişinde yine Mustafa ve Hasan onu beklemektedir. Mustafa, Doru’nun sırtına biner, onu bu sefer istemeyerek de olsa daha uzağa götürüp bırakır. İçinden babasına kızarak köye döner.
Fakat Doru Kısrak, ikinci akşam da köye döner yine ahırın kapısını tekmeler ama kapıyı açamaz. Tekme seslerini işiten İbrahim dışarı fırlar, Doru’yu döverek köyün dışına kadar kovalar. Doru Kısrak, İbrahim’in ardından tekrar köye yönelir. Önceki geceyi geçirdiği ot yığınını hatırlamıştır. Doğruca ot yığınının altına gelir. Fakat bu kez de köpekler rahat bırakmaz. Tekrar evine gelir, kapı aralığından avluya bakar. Artık umudunu yitirmiştir. Dönüp dereye iner, bir iki parça ot yiyip su içtikten sonra köye ve insanlarına kırgın olarak dağlara yönelir. Bu arada aile fertlerinin yanı sıra köylüler de İbrahim’e bu işten dolayı öfkelenmektedir.
İbrahim’in Doru Kısrak’a nasıl sahip olduğunu, bu emektar atın ona geçmişte neler kazandırdığını sayıp dökerler ve onun ne kadar acımasız, geçimsiz ve huysuz olduğundan bahsederler.
Doru, dışarıda geçirdiği ikinci gecenin sabahında sığır sürüsünü bekler, maksadı yavrusunu görebilmektir. Eşi Kırat’a kırgındır, bu yüzden onu yanına yaklaştırmaz. Tayı anasının peşine takılır ve anası da eve gelir diye meraya bırakmazlar. Sığırtmaç Tombak Emmi, köylüsü Kâşifinoğlu’nun komşu Devrik Köyü’ne gitmekte olduğunu anlayınca ona yaya gitmek yerine Doru Kısrak’a binip gitmesini ve istediği yerde hayvanı terk etmesini söyler. Bu arada İbrahim’in arkasından atmayı ve hatta küfretmeyi ihmal etmezler. Kâşifinoğlu Doru’ya yularsız koşumsuz binip Devrik Köyü’nün yoluna koyulur ve köyün yakınlarında attan inerek onu başıboş bırakır. Kâşifinoğlu, Doru’nun gençliğinde İbrahim’in ona kimsenin elini sürdürmediğini söyler. Oysa şimdiki durumuna bakıp İbrahim’e “Tanrıya havale etmeli her işi.” tarzında sözlerle kinlenmektedir.
Akşam olmak üzeredir, Doru tepelere doğru yürür. Bu sırada yağmur başlar. Ne yana gittiğini bilmeden koşarcasına yürümektedir. Şoseye geldiğinde iyice ıslanmıştır, hızlı bir şekilde tekrar köye yönelir. Evin kapısını ayaklarıyla, burnuyla zorlar fakat açamaz. Köyün içerisinde çaresiz dolaşmaya başlar. Onu fark eden köylüler, bu emektar ata yaptığı zulümden dolayı İbrahim’e veryansın ederler. 

Köyde sığınacak bir yer bulamayan Doru, çaresiz köyden çıkıp geldiği yöne doğru yürümeye başlar. Bir müddet dağlar arasında gezer, bir bağ evinin duvarı dibinde geceyi geçirdikten sonra ne yana gittiğini bilmeden köyden uzaklaşmaya başlar. Ne köyü ne de insanları görmek ister. Özellikle de İbrahim’i hatta köyün sığırını uzaktan görür, hayvanlara bile tiksinti ile bakar. Doru, dördüncü gün güneye doğru düzlükte epeyce yol aldıktan sonra bir tepenin eteğinde durur. O gece zor da olsa sabahı eder. Bu arada hava da iyice soğumaya başlamıştır. Doru; içinde bulunduğu korku, tiksinti ve ürpertiyle kişneyince kendisi gibi yılkıya bırakılmış bir attan karşılık alır. Bu, artık Doru için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Çilkır ile karşılaşır ve birbirlerine çabucak alışıp eş olurlar.
Bu arada yılın ilk karı da düşmüştür. Köylünün tek amacı bolca kışlık yiyecek ve yakacak temin etmektir. Köylünün istediği tek lüks budur. Doru gibi yılkıya bırakılmış üç türlü yılkı atı vardır. İlk iki türlüsü değer verilen, işe yarayan ve para eden cinstendir. Üçüncüsü de gözden çıkarılmış hesaba katılmayan. Birincisi iş olmadığı zamanlarda yazıya bırakılan, akşamları ahıra alınan yılkılıktır. Bunlar köyün civarından pek ayrılmaz. Dayanıksız olduklarından canavara yem olmamak için tedbir olsun diye köyden uzaklaşmazlar. İkinci tür yılkı atı, ahır bilmez. Beş on adetlik sürüler hâlinde yabandadırlar. Yaz gelmeden alıcılar gelir, iyi bir paraya at tüccarlarına satılırlar. Oldukça azgındırlar. Kurtlarla baş edecek kadar güçlüdürler. En zavallı grubu Doru Kısrak gibi olanlar oluşturmaktadır. Bunlar tamamen gözden çıkarılmış yaşlı atlardır. Yılkılık atlar için en zor şey geceyi daha az üşüyerek emniyette geçirmek ve karınlarını doyuracak ot bulmaktır. Yılkının üç düşmanı vardır: soğuk, kurt ve açlık. 

Doru o geceyi Çilkır ile güneye doğru kayarak geçirir. Sabahleyin karnını doyurunca kendine gelir. Geride bıraktığı tayına acımaktadır. Hayata dört elle sarılır. Doru’nun uyum sağladığı Çilkır da sahibinden çok zulüm görmüş bir attır. Doru’yla karşılaşmak onu sevindirmiştir. Kendine bir kısrak eş bulmuştur.
Doru ile Çilkır bir sabah Demirkır Aygır’la tanışıp onun sürüsüne katılır. Bu sürüde ikinci ve üçüncü cins yılkılıklar bulunmaktadır. Çilkır, güçlü aygırdan Doru’yu kıskanmaktadır. Sonunda Doru’yu ona kaptırır çünkü giriştiği iktidar kavgasından yenik çıkmıştır. Eşini geç bulup tez yitirmenin kırgınlığı ve üzüntüsünü yaşamaktadır. Bu arada Doru’ya kırılmış ve küsmüştür. Çünkü Doru, Aygır’ın gücünü görünce Çilkır’ı çoktan unutup onun peşine takılmıştır. Çilkır gözünden düşmüştür, ona karşı sadece acıma hissi duymaktadır. Doru’nun bu hareketi Çilkır’ın yaşama isteğini neredeyse tüketir. Fakat içinde bulunduğu şartların bir gereği olarak akşama doğru Çilkır da gururu ve kırgınlığı unutup sürüye katılmak zorunda kalır. O gece güçlü bir kar başlar. Sürüde kışı yılkıda ilk defa geçirecek bu zor hayatı bilmeyen altı at vardır. Çilkır hem Doru Kısrak’tan utanmaktadır hem de ona kırgındır. Üç iri kurt bu kar fırtınası içinde sürünün karşısına dikilir. Demirkır Aygır’ın reisliğinde atlarla kurtlar arasında zorlu bir savaş başlar. O geceki zorlu kavgadan atlar galip çıkar. Kurtlar sürüden umduklarını alamamışlardır. Aksine o gece yaşlı bir kurdun Demirkır Aygır’dan çenesine aldığı bir tekme darbesi sonucu suratı dağılmış ve gecenin sabahında donarak ölmüştür. Fırtına gün geçtikçe artmaktadır, kış iyiden iyiye gelmiştir. Bozkır yaşamında kış, en acımasız mevsimdir. İbrahim’in evinde de kışın getirdiği zorluklar yaşanmaktadır. Evde Doru’yu aklına getiren ve acımasız kış şartlarında ne yaptığını merak edip acıyan sadece İbrahim’in karısıdır. “Allah Doru’ma acısın!” der. Kadın böyle dedikçe İbrahim’den bir sürü laf işitir. Köylüleri de İbrahim’e yaptığı merhametsizlikten dolayı sövüp saymaya devam ederler. Kar yağışı artmış, her taraf ayaza kesmiştir. Doru Kısrak güçsüz olduğu için hasta düşer ve yılkıyı takip edemez. Zar zor bir köye sığınır. Bu köyün en fakirlerinden, İstiklâl Harbi’ne bir süvari olarak katılmış yaşlı Hıdır Emmi, Doru’yu ahırına alır. Hıdır Emmi, atı tedavi etmeye çalışır. Fakat köylüleri oldukça dedikoducudur. Onun bu işi gösteriş için yaptığını söyleyenler de derisine göz diktiğini söyleyenler de vardır. Fakat Hıdır Emmi işin sevabını düşünmektedir. Doru’ya çok iyi bakar ve onu iyileştirir. Köylülerinin olumsuz yorumlarını boşa çıkarmak için elinden geleni yapar. Doru Hıdır Emmi’nin ahırına geleli dört gün olmuştur. Fırtına ve kar şiddetini iyece artırmakta ve atlarla kurtların mücadelesi devam etmektedir. Dördüncü günün akşamı kurtlarla atların bir kavgası daha olur. Bu kavga o gece dorunun eşi Çilkır’ın ölümüyle sona erer ve Doru bu durumdan habersizdir.
Bu arada Hıdır Emmi ve oğlu, Doru’ya iyi hizmet etmektedirler. Doru, ecelin elinden kurtulmuştur. Bu durum koruyucusu ihtiyarı sevindirmiştir. Doru, ona Kuvayımilliyedeki atını hatırlatmıştır. Büyük Taarruz’u, İzmir’e onunla girişi, terhis olunca onu öperek vedalaşması gözünün önüne gelmiştir. Hıdır Emmi, fakirlikten dolayı daha sonra bir at sahibi olamamıştır. Doru’yla belki de bu özlemini dindirmektedir. Hıdır Emmi, Doru’yu kışın sert soğukları geçinceye kadar bırakmaz. Bir haftalık bakım Doru’nun gücünü yerine getirmiştir. Hıdır Emmi, Doru’yu herkesin göreceği bir saatte âdeta törenle ve dua ile uğurlar. Doru, yılkıyı kısa sürede bulup onlara karışır. Çilkır’ı göremeyince başına geleni anlar. Eşinin ölümü onu üzmüştür.
Kış soğukları geride kalmış, mart ayı gelmiştir. Ovada tabiat uyanmaya başlamıştır. Nisan başlarında yılkılıklara müşteri olan tüccarlar görülmeye başlar. Çevre köylerde bu işten geçimini sağlayan birkaç kişi vardır. İşe yarar yılkılıklar sahipleri tarafından tüccarlara satılmaya başlanmıştır. İlkbahar Orta Anadolu’nun en güzel zamanlarıdır. Bütün tabiatın uyandığı nisan başlarında Üssüğünoğlu İbrahim’in aklına Doru Kısrak düşer. Doru’nun ovada yılkıda olduğunu bir köylüsü görür. Dönüşte İbrahim’e müjdeyi vererek Doru’nun tanınmayacak kadar iyileştiğini ve güçlendiğini de söylemeyi ihmal etmez. İbrahim’in niyeti Doru’yu yakalayıp yine işe koşmaktır. İbrahim, bir sabah oğlu Mustafa ile birlikte yola düşer. Doru’nun tayını yanına almıştır. Niyeti yavrusunu göstererek yaklaşıp onu kolayca yakalamaktır. Ancak hiçbir şey onun hesap ettiği gibi olmaz. Doru, Mustafa’nın gizlice yaklaşıp attığı yulardan kurtulur ve tepelere doğru dörtnala uzaklaşır. Tayı da onu takip eder. Anne-oğul uzaklaşıp gözden kaybolur. Bu durumda İbrahim ne yapacağını şaşırır. Her zaman yaptığı gibi oğlunu beceriksizlikle suçlar. İbrahim, Mustafa’yı köye gönderip kendisi yakındaki bir köye misafir olacaktır. Mustafa, ertesi gün Kırat’ı alıp babasına getirecektir. İbrahim, o gece neredeyse hiç uyuyamaz. Ertesi gün Mustafa’nın getirdiği Kırat’la günlerce bütün ova köylerini dolaşıp atlarını arar. Fakat “Tosya’ya giderken evdeki bulgurdan olmuştur. Aslı’sını yitirmiş yenik Kerem’e dönmüştür.” İbrahim, köye eli boş döner. Doru ve tayı, sanki yer yarılıp içine girmişlerdir. İbrahim hem kaybına üzülmekte hem de ev halkına ve köylüye ne yüzle bakacağını düşünmektedir.
İbrahim, kış aylarına kadar atlarını arar. Hatta kaybını karakola dahi bildirir. Sağa sola haber bırakır fakat hiçbir haber alamaz. En sonunda aramaktan vazgeçip bir daha Doru’nun adını anmayacağına yemin eder. Doru ve tayından tamamen umudunu keser.

İlgili Sayfalar

👉 Abbas Sayar

👉 Kısa Eser Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Nail Abbas Sayar (Hayatı, Edebi Kişiliği ve Eserleri Üzerine Bir Araştırma)


Cover Image

Eşeğin Gölgesi

Kasım 30, 2023 Okuma süresi: 6 dakika
Haldun Taner

Haldun Taner’in üç perdelik epik oyunu.

Yazar, oyununu gezici hatip ve filozof Samsatlı Lukianos’un bir masalından yola çıkarak yazmıştır.
Oyun, bir eşeğin gölgesinin o eşeğin kirasına dâhil olup olmadığı tartışması ile başlayan abuk bir dava üzerinden ilerler.
Bir dönem yasaklanan eser ancak 1965 yılında sahnelenebilmiştir.
Bir masal ülkesi olan Abdalya’da geçen eserde kapitalist sistemin kusurları ve bunun ayırdına varmayan halkın eleştirisi yapılır.
Eser aynı zamanda dönem Türkiye’sine dair politik bir hicivdir.
Yazar, birçok oyununda olduğu gibi bu oyunda da geleneksel Türk tiyatrosundan yararlanmıştır.

Özet

Oyun, müzik eşliğinde masalımsı bir havada başlar. 

Şaban, birçok dükkân sahibi olan Abid’in, Mestan ise binek hayvanlarını kiraya veren Zahid’in çırağıdır. İkisi de zengin işverenlerini taklit ederek kendilerini birbirlerine dükkân sahibiymiş gibi tanıtır. Amaçları zengin patronları gibi davranıp para kazanmaktır. 

Şaban, tıraş ve diş çekim malzemelerini yanına alarak panayıra gitmek ister. Panayıra gitmek için bir eşeğe ihtiyacı vardır. Bunun için de sıkı bir pazarlıktan sonra Mestan’dan bir eşek kiralar.
İki çırak, çok sıcak bir havada panayıra doğru yola çıkar. Havanın sıcak oluşu, dinlenecek bir gölgeliğin bulunmayışı ikisini de zorlamaktadır. Şaban dinlenmek için eşeğin gölgesinden faydalanmak ister. Mestan ise sen eşeği kiraladın gölgesini değil diyerek gölge için bir akçe para ister. Bu istek neticesinde başlayan tartışma mahkemeye taşınır.
Mahkeme işlemleri sırasında masraf çıkınca Şaban ile Mestan davadan vazgeçmek ister. Ancak süreç başlamıştır. Davadan çıkar sağlamaya çalışan insanlar davanın uzaması için her yola başvurur. Bir celsede bitebilecek konu, uzadıkça içinden çıkılmaz bir hâl alır. Savunmalar yapılır ancak davayı sonuçlandıramayan kadı, olayı Yüksek Kadılar Katına sevk eder.
Davanın uzaması Abid ve Zahid’in de işine gelir. Çünkü bu süreçte işleri artmıştır.

Mahkeme masraflarını karşılayamaz duruma gelen Şaban ile Mestan, zor duruma düşer. Her ikisi de çevresi geniş olan kişilerle irtibat kurmaya çalışır. Ancak olay daha da büyür, Yüksek Yüzler Meclisine havale edilir.

Eşekçiler-Gölgeciler


Olay, bir müddet sonra insanların gölgeciler ve eşekçiler olmak üzere iki gruba ayrılmasına neden olur. Siyaset sahnesinde yer alan Toraman Tatara Fırkası gölgeciler lehine yorumda bulununca rakip parti de eşekçileri tutar.
Olay bu açıklamalar neticesinde Mestan ile Şaban olayı olmaktan çıkar ve tüm Abdalya ülkesinin sorunu haline gelir.
Mestan ile Şaban olayların son bulması için eşeği öldürmeyi düşünseler de yapamazlar. Siyasetçiler bu olayı malzeme olarak alır ve sürekli işleyerek kendi çıkarları doğrultusunda kullanır.
Oyunun sonunda varılan nokta şiirsel bir anlatımla şu şekilde verilir:

Gittikçe azıttı dava
İş inada bindi
İkiye bölündü Abdalya
İki taraf birbirine girdi
Bir yanda Gölgeciler
Öte yanda Eşekçiler

Şiirsel anlatımla yaşananlar şöyle verilir: Kan davalısı hangi tarafsa kendi diğer tarafa geçti, karı koca anlaşamıyor ise biri eşekçi oldu diğeri gölgeci, kaynana eşekçi ise gelin gölgeci, partiler isimlerini gölgeciler ve eşekçiler olarak değiştirdi, olaylar doruğa çıktı kahvede, evde, meydanda, sokakta tartışmalar ve kavgalar baş gösterdi.    

Yaşanan olaylar neticesinde ağaların istediği olur; kavga, arbede büyüyünce ağalar tirajdan, silahtan para kazanır. Oyunun sonunda Zahid ile Abid daha zengin olur. Oyun, Ozan’ın bu olaydan ders çıkarılmasını istemesiyle biter.

İlgili Sayfalar

👉 Cumhuriyet Dönemi Tiyatro Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Tarihten Modern Düzene Yansıyan Politik Bir Eleştiri: “Eşeğin Gölgesi”, Özcan Bayrak
Batı Tiyatrosuyla Geleneksel Tiyatromuzu Birleştirme Çabalarından İki Örnek: Eşeğin Gölgesi ve Şahları da Vururlar, Nurhan Tekerek


Cover Image

Körebe

Kasım 24, 2023 Okuma süresi: 5 dakika
Cenap Şahabettin

Cenap Şahabettin’in tek perdelik komedisi.
Görücü usulü ile evliliği tenkit eden eser 1917’de yayımlanmıştır.
Çağdaş gençlerin evlilik konusundaki düşüncelerine dayanan eser, bir töre komedisidir.
Eser, oldukça basit bir kurguya sahiptir.
Yalan, iki tiyatro eseri kaleme alan sanatçının diğer eseridir. Oyun, sahneye konmuş ancak kitap olarak basılmamıştır.

Özet

Yusuf Lemi Bey, boşanma davalarındaki başarılarıyla ün kazanmış bir avukattır. Boşanma davalarında şöhret kazandıkça yanlış evliliklerin vahim sonuçlarını görmüş, bu hayatî meseleden çekinir olmuştur. Görücü usulüyle yapılan evlilikleri körebe oyununa benzeten Lemi Bey görüşüp tanışmadan yapılacak bir evliliğe karşıdır. Buna rağmen annesi ile yengesi, ona uygun bir eş bulabilmek için birçok kez görücüye çıkar.

Kendisi için görülmeye gidilen son kız, Musavver Firkete gazetesi yazarlarından Bedia Hanım’dır. 20 yaşındaki Bedia Hanım, gazetede aile hayatına dair yazılar kaleme almaktadır. O da Lemi Bey gibi, evliliğin bir körebe oyununa dönüşmesinden korkmakta ve bu yüzden müstakbel eşini önceden görmek istemektedir.
Annesi Şehdâne ve yengesi Haslet Hanım, güzel ve akıllı bir kız olan Bedia’yı beğenir. İki kadın, görücü gittikleri evde genç kızın masasındaki bir mektubu gizlice alıp Lemi’ye getirirler. Bedia’yı görmeden karar vermek istemeyen Lemi Bey, mektubu arkadaşları Cüneyt ve Kâmuran ile okur. Mektupta moda düşkünü bir genç kızın evlenebileceği ideal erkek tasvir edilmektedir. Mektuptaki düşünceler, Lemi Bey’in yazılarından tanıdığı Bedia Hanım’ın kendisinde uyandırdığı izlenimden oldukça çok farklıdır.
Bu arada, iki kadın bir boşanma davasıyla ilgili görüşmek üzere çıkagelir. Bunlar Bedia Hanım ile arkadaşı Şükran’dır. Bedia, boşanma davası bahanesiyle kendisine görücü gönderen Lemi Bey’i görmek ve yakından tanımak istemiştir. Bedia, odada bekletildikleri sırada masanın üzerindeki mektubu görür. Bu, arkadaşı Nedime’nin kendisine yazdığı mektuptur. Nedime, imzasına nokta koymadığı ve mim’leri ayın’a benzettiği için mektubun yazarı Bedia gibi okunabilmektedir.
Bedia Hanım, mektup yüzünden 
Lemi Bey’in kendisi hakkında olumsuz bir kanaate sahip olduğunu anlar. Karşısındaki kadının Bedia olduğunu bilmeyen Lemi Bey ise hanımlarla evlilik usullerindeki yanlışlıklar üzerinde konuşup tartışırken mektup olayını anlatmaya başlar. Hanımlar da Bedia’yı iyi tanıdıklarını, mektubun ona ait olamayacağını ifade ederler.

İki kadın yan odaya geçtiklerinde içeriye giren Cüneyt, mektubun Bedia’nın olmadığı haberini getirir. Ardından Haslet Hanım, Bedia’yı tanıdıklarını söyleyen bu iki hanımla görüşmek isteyince durum anlaşılır.

Evleneceği erkeği görmeye gelen bir gelin adayı için yükselen itirazlara rağmen Lemi Bey aradığını bulmuştur.

İlgili Sayfalar

👉 Cenap Şahabettin

👉 Eser Özetleri

Yararlanılan Kaynak

Cenap Şahabettin’in Bir Oyunu: Körebe, Ali Donbay


Cover Image

Onuncu Köy

Kasım 19, 2023 Okuma süresi: 6 dakika

Fakir Baykurt’un 1961’de yayımlanan romanı.
Roman, köylüleri bilinçlendirmeye çalışan bir köy öğretmeninin mücadelesini konu alır.
Eserde adı verilmeyen öğretmen; kız çocuklarının okutulması, köylerde kurulan sömürü düzeni ve halkın din adamları tarafından batıl inançlarla kandırılması gibi konularla mücadele eder. 

Ancak düzenden beslenen kişilerce hiçbir köyde tutunamaz ve yedi köyden de sürülür. 

Sonraki üç köy de diğerleri gibi bakımsız ve medeniyetten uzaktır. Her köy, hurafelere inanmış cahil insanlarla doludur. Ağalar, toprak sahibi beyler ve sözde din adamları gelişmenin önündeki en büyük engellerdir.

Özet

Damalı, sürekli sürgün edilen öğretmenin çalıştığı sekizinci köydür. Bu köy de diğerleri gibi arkalarını kentteki memur ve parti gruplarına yaslayan varlıklı insanların köylüyü sömürdüğü bir yerdir.

Köy ağası Durana, yasal olmayan yollarla köy topraklarını üzerine geçirmiştir. Şehrin ileri gelenlerinden Yunus Bey’i tanıdığı için bürokratik bütün sorunları ortadan kaldırabilecek güce sahiptir. Benzer yollarla toprak sahibi olan sadece köy ağası değildir. Baytar Mehmet ve köyün imamı olan Osman Hafız da aynı biçimde toprak sahibi olmuştur.
Köylü, öğretmenin desteğiyle bir cuma namazı çıkışı muhtarın evinde toplanarak toprakların iadesini talep eder. Durana tepkileri azaltmak için alttan almaya çalışsa da Ağa’ya güvenmeyen öğretmen, muhtarla birlikte tutanak hazırlayarak işi sağlama almaya çalışır. Bunun üzerine Durana, şehre giderek muhtar ve kurula dava açar.
Öğretmenin köy ağası ile yaşadığı başka bir çatışma da kızını okula göndermek istememesi ile ilgilidir. Eser, çocukların okula çağrılması ile başlar ancak Durana kızı Asiye’yi okula göndermek istemez. Ona göre on yaşına gelmiş bir çocuğun okula gitmesi mümkün değildir. Çocuk yaşta evlendirilmesi planlanan Asiye’nin eğitim özgürlüğü elinden alınacaktır.
Durana, muhtar ve köylüler tarafından sevilen öğretmeni adamlarına dövdürür. Öğretmen, kendisine yapılanlar nedeniyle köylünün mücadele etmekten vazgeçmesinden korkmaktadır. Ziyaretine gelen köylülere Zeus’tan ateşi çalıp insanlar veren Prometheus’un öyküsünü anlatır. Prometheus, cesur tavrı ve insanlara sağladığı faydayla aydın kimseleri simgelemektedir. Bu arada yaptıkları ile yetinmeyen Ağa, bağlantılarını kullanarak öğretmeni köyden sürdürür. Derdini kaymakama ve savcıya anlatamayan öğretmen ise başka bir köye sürülmeyi reddederek istifa eder.

Öğretmen Demirci Oluyor…

Sonrasında Demirci Veli ile tanışan öğretmen, enstitüde öğrendikleri sayesinde Ortaköy’de demircilik yapmaya başlar. Daha önce yaptıkları ve sürülmeyi reddedip öğretmenlikten istifa etmesi Ortaköy’de duyulmuştur. Öğretmen burada da köylüyü bilinçlendirmeye, onlara ışık olmaya devam eder. Buradaki savaşı, köylünün topraklarını elinde tutan ve fazla mahsule el koyan beyler ile olur. Cemal Bey, oğulları ve onlara dâhil olan onbaşı; mülklerini kaybetmemek için çabalayarak demircinin karşısında yer alır. Öğretmen, topraklarına sahip çıkmaları konusunda köylüleri ağaya karşı kışkırttığı iddiasıyla jandarma komutanına şikâyet edilir. Köyde tanıştığı dul bir kadın olan Gülşen’le evlenen öğretmen, dokuzuncu köyden de kovularak eşi ile Yaşarköy’e taşınır.

Onuncu Köydeki Tuhaflık…

Bu köydekilerin yüzleri didik didik, gözleri oyuk ve kulakları yarımdır. Her yıl ya da iki yılda bir Yaşarköy’e gelen bir kuş sürüsü köylülerin yüzünü, gözünü gagalamaktadır. İmam Fevzi Efendi, hurafeleri kullanarak köylü üzerinde bir korku dağı inşa etmiştir. İmam’a göre kuşlara itaat etmeyenler cennet nimetlerinden mahrum kalacakları gibi bu dünyada daha büyük felaketlere de uğrayacaktır.
Kuşlar, öğretmenin köye geldiği sene de görünür. Öğretmen, köyde hurafelerle uyutulmak istenen insanları bilinçlendirerek onlara bu kuşlarla nasıl mücadele edeceklerini öğretir. Köyde İmam Fevzi Efendi’nin hurafelerle dolu dinî görüşü yıkılmış; halk, zincirlerinden kurtulmuştur.

İlgili Sayfalar

👉 Fakir Baykurt
Yararlanılan Kaynaklar

Cumhuriyet Sonrası Türk Romanında Öğretmen ve Sorunları, Şevket Toker
Mitolojinin ideolojik Sunumu: Onuncu Köy Romanına Mit-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Eleştirel Bir Yaklaşım, Pınar Dağ Gümüş


Cover Image

El Eli Yur El de Yüzü

Kasım 18, 2023 Okuma süresi: 2 dakika
Abbas Sayar

Abbas Sayar'ın romanı.

Eser, Yozgat’ın Zağcıoğlu köyünde 1954 ve 57 seçimlerinde yaşananları ele almaktadır.
Bir süre politikaya bulaşan yazarın anılarından yola çıkarak yazdığı roman bir kara mizah örneğidir. 
Romanda yazarın Demokrat Parti macerası ve Türk köylüsünün politikayla olan ilişkisi ironik bir şekilde ortaya konmuştur.

Özet

Yozgat’ın Zağcıoğlu köyünde seçim telaşı vardır. Bir araya gelen köylüler, oylarını Demokrat Partiye vermeyi kararlaştırır. İçlerinde birkaç muhalif çıksa da onlar da çaresiz çoğunluğa boyun eğer. Köylü, seçim çalışması için köylerine gelen siyasilerin vaatlerine bakarak camilerine minare yapılacağına, köye öğretmen geleceğine, köy yolunun düzeltileceğine ve kredilerinin tamamen silineceğine inanmaktadır.

Devamını okuyayım »


Cover Image

Başka Olur Ağaların Düğünü

Kasım 2, 2023 Okuma süresi: 8 dakika

Kemal Bilbaşar’ın 1972’de yayımlanan romanı.

Eserde olaylar Ege Bölgesi’nde bir kasabada geçer.
Romanda açıkça söylenmese de olaylar 1950’li yıllarda geçmektedir.
Eserde üçüncü tekil şahıs anlatıcı ile ilahi bakış açısı kullanılmıştır.
Roman, önceki romanların çoğunda olduğu gibi bir sınıf çatışması içermez. Burada iki ağa (Hüseyin Ağa, Osman Ağa) arasında bir rekabet söz konusudur. Yazarın diğer romanlarından farklı olarak ağalar, olumsuz özelliklerinin yanı sıra insani yanlarıyla verilir. Bu sayede yazar, klişe ağa tiplerini anlatmaktan kurtulmuş; onları realist bir biçimde ele alabilmiştir.
Yazarın diğer romanlarında olduğu gibi bu eserinde de idealleri uğruna mücadeleyi göze alan, kasabada yetişmiş ve hizmet etmek için yine kasabasına dönen bir kişi vardır (Doktor Murat).
Romanın ağırlık merkezini Osman Ağa’nın kızı Menekşe ile Doktor Murat arasında yaşananlar oluşturmaktadır.


Özet

Olaylar Ege’nin bir kasabasında geçer. Hüseyin Ağa ile Osman Ağa kasabanın önde gelen zenginleridir. Hüseyin Ağa, oğlu Tahir için Osman Ağa’nın kızı Menekşe’yi düşünmektedir. Ancak doktor olarak kasabaya dönen Murat işleri karıştırır. Çünkü Menekşe, daha Doktor Murat gelmeden onun fotoğrafını görüp âşık olmuştur. Murat, kasabaya geldiğinde bütün kadınların dikkatini çeker ancak o, mütevazı ve içine kapanık biridir. Şehirde okurken derslerden başka bir şey düşünemediği için bu ilgi onu bunaltır.
Babasını küçük yaşta kaybeden Murat, annesi Fatma Bacı ile yaşamaktadır. Murat, kasabanın zenginlerinden uzak durmaya çalışırken yoksullara el uzatıp onları ücretsiz tedavi eder. Evinin bir bölümünü de muayenehaneye dönüştürür. Kısa sürede de tüm kasabadan saygı gören biri hâline gelir.
Osman Ağa’nın kızı Menekşe, Murat’ı elde etmek için çeşitli oyunlara başvurur. Türlü planlarla hastalanıp Murat’ı görmeye çalışır. Murat da Menekşe’ye karşı boş değildir. Bir yandan Menekşe’ye karşı mesafeli durarak genç kızın namusunu koruduğunu düşünürken öte yandan onun kadar cesur olamadığı için kendine kızar.
Menekşe ise kurnaz ve aklına koyduğunu yapan bir kızdır. Hüseyin Ağa’nın oğlu Tahir’e hiçbir zaman idealindeki erkek gözüyle bakmaz, onu sürekli Murat’la kıyaslar. Tahir ise romanda kaba saba, koca kafalı, sevimsiz ve beceriksiz bir genç olarak betimlenir. Tahir buna rağmen kendine çalımlı bir hâl vermeye çalıştığı için roman boyunca komik durumlara düşer.
Menekşe’nin babası Osman Ağa ise aslını inkar eden, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışan biridir. Kendisini şehirli olarak gördüğü için diğer insanları hor görür. 

Bu arada Hüseyin Ağa, Menekşe ile Doktor Murat’ın arasını açmak için Murat’a Osman Ağa’yı kötülemektedir. Murat’ı kızı Hüsniye için düşünen Hüseyin Ağa’nın en belirgin özelliği paraya olan düşkünlüğüdür. Irgatlara para dağıtırken bile eli titrer. Oğlunu evlendireceği kızda aradığı tek özellik zenginliktir. Menekşe’ye de bu yüzden talip olur.
Murat, Hüseyin Ağa’nın kendisini kızıyla evlendirmek istemesine bir anlam veremez. Fatma Bacı ise oğlunun bir an önce evlenip mutlu bir yuva kurmasını ister. Bu arada Hüsniye’nin yolunu beklediği bir sevdiği vardır.
Bir süre sonra Hüseyin Ağa, Menekşe’yi oğlu Tahir’e ister. Osman Ağa, Menekşe’yi Tahir’e vermek istemez. Ancak Hüseyin Ağa’yı kırmak da istemediği için düğünün büyük şehirde yapılmasını ister. Cimri olmasıyla tanınan Hüseyin Ağa, çok masraflı olacağı için kızı almaktan vazgeçer. Ancak sonradan pişman olur. Çünkü kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiştir. Sözünden dönmüş olmamak için başka bir yol bulur, Osman Ağa’ya traktörlerini yarıştırmayı teklif eder. Hüseyin Ağa’nın traktörü yarışı kazanırsa Menekşe’yi oğluna alacaktır.
Hüseyin Ağa, Arabacı Süleyman (Sülüman) ile iş birliği yaparak Osman Ağa’nın traktörünü kullanacak olan adamı kasabadan uzaklaştırır. Böylece Osman Ağa’nın traktörünü kullanacak kimse kalmamıştır. Bu sırada Murat, Osman Ağa’nın imdadına yetişir. Murat, zaten Menekşe’ye içinden geldiği gibi davranmadığı için pişmanlık duymaktadır. Traktör yarışında onun için mücadele ederek Menekşe’ye sevgisini göstermek ister.
Osman Ağa, doktor olmasına rağmen Murat’ı rahmetli babası doğramacı olduğu için beğenmez. Hâlbuki kendi babası da oduncudur. 

Arabacı Süleyman’ın yaptığı hilelerle yarışı kaybeden Murat, utancından kasabayı terk eder.
Hazırlıklar başlar, düğün İstanbul’da yapılacaktır. Tahir, düğün sırasında komik durumlara düşerek Menekşe’nin gözünde daha da küçülür. 

Düğünün yapıldığı mekânda garsonluk yapan Tuzsuz Bekir ise Tahir’in okul arkadaşıdır. Bekir aynı zamanda Murat’ın da arkadaşıdır. Tahir, arkadaşını görmezden gelmiştir. Murat, o gece tesadüfen düğünün yapıldığı otele gelir. Murat ile konuşan Bekir, onun Menekşe’ye duyduğu aşkı fark eder.
Menekşe ve Tahir düğünde iyice sarhoş olmuştur. Menekşe, lavaboya gitmek için dışarı çıkarken odasını karıştırmamak için odasının kapısına bir havlu bırakır. Bekir de havluyu alarak Murat’ın bulunduğu odanın kapı koluna asar. Menekşe, sabah uyandığında kendisini Murat’ın yatağında bulur. Bunu fırsat bilen Menekşe, Murat’ın kendisini kaçırdığını söyler. Murat olan bitenden ilk önce bir şey anlamasa da Menekşe’nin yalanına karşı çıkmaz.
Murat, Hüseyin Ağa’nın yaptığı düğün masraflarını karşılama sözüyle Menekşe’yle evlenmek istediğini söyler. Hüsniye de evi terk edip yavuklusunun yanına gider.
Osman Ağa, düğünde çıkan rezaletten sonra köklü bir değişim geçirerek asalet sevdasından vazgeçer. Şehirli görünmek için giydiği kıyafetleri çıkararak köylü kıyafeti giyer. Kasabada evlenen Menekşe ile Murat mutlu bir yuva kurarken Tahir kasabayı terk eder.

İlgili Sayfalar

👉 Kemal Bilbaşar
Yararlanılan Kaynaklar

Kemal Bilbaşar’ın Hikâyeleri, Romanları ve Tiyatroları Üzerine Bir İnceleme; Müberra Bağcı Tayfur
Kemal Bilbaşar’ın Romanlarındaki Kalıplaşmış İfadeler Üzerine Bir İnceleme, Filiz Kurğa Örmek


Cover Image

Gecikenler

Ağustos 16, 2023 Okuma süresi: 2 dakika
Nazım Kurşunlu

Nazım Kurşunlu'nun üç perdelik komedisi.
Eserde iki torunu ve damadıyla aynı evde yaşayan yaşlı ve bakıma muhtaç bir kadının hikâyesi anlatılmaktadır.

Özet

Eserin ana karakteri Afet Hanım; büyük torunu Ahsen, onun eşi Lemi ve küçük torunu Birsen ile aynı evde yaşamaktadır. Afet Hanım, iyice elden ayaktan düşmüştür. Büyükanne ile daha çok Birsen ilgilense de onunla yaşamak evdeki herkes için zordur.
Üst katta oturan ev sahipleri Didar Hanım da hemen her gün onları ziyarete gelmektedir. Afet Hanım'ın sürekli bir şeyler istemesi, gece sık sık tuvalete kalkması, kulaklarının ağır işitmesi Lemi’yi çileden çıkarmaktadır.

Devamını okuyayım »


Cover Image

Midas’ın Altınları

Ağustos 14, 2023 Okuma süresi: 6 dakika
Güngör Dilmen

Güngör Dilmen’in Midas Üçlemesi’ndeki (Midas’ın Kulakları, Midas’ın Kördüğümü) oyunlardan biridir. 

Midas’ın Kulakları’nda Midas, tanrılarla boy ölçüşürken Midas’ın Altınları’nda dünyadaki değerli olan her şeye sahip olmak, Midas’ın Kördüğümü’nde ise dünyanın sırrına ermek ister.
Tüm bu tutkuların kökeninde tanrısal olana ulaşma, mutlak iktidarı elde etme arzusu yatar. 

Bu arzu bir türlü gerçekleşmez ve her üç oyunda da Midas kendi sonunu hazırlar.

Özet

Midas, yeryüzünde ne kadar altın varsa hepsine sahip olmak ister. Dünyanın en ünlü simyacılarıyla çalışır. Altınlara sahip olmak için Dionisos’un gücünden faydalanmak ister ve onun en yakın arkadaşı Silenos’u esir alır. Daha sonra Silenos’a durumu anlatır ve bu olayı Dionisos’a anlatmazsa her istediğini ona vereceğini açıklar. Silenos bu anlaşmadan memnun ayrılır ve ne isteyeceğini düşünür. 

Bir zaman sonra Midas, Silenos’u kurtarmış gibi yapar ve Dionisos’un huzuruna çıkarır. Dionisos da mutluluktan Midas’ın her istediğini yapacağını söyler. Bu olaydan hem Midas hem de Silenos kârlı çıkar. Midas, Dionisos’tan dokunduğu her şeyin altın olmasını ister. Dionisos bu teklifi kabul eder. Diğer yandan Silenos da Midas’ın kızıyla evlenmek istediğini belirtir. Ancak Midas’ın kızı onunla evlenmek istemez. Silenos, Midas’ın kızına şarap ikram eder. Midas’ın kızı şarabın etkisiyle kendinden geçer ve Silenos ile evlenmeyi kabul eder. 

Midas ise hayallerine kavuşmanın mutluluğunu yaşar. Dokunduğu her şey altın olur. Kendi mutluluğunun yanında halkının da refaha kavuşmasını ister. Halk pazarına iner ve dokunduğu tezgâhlar, meyveler, sebzeler bir anda altına dönüşür. Halk, ne olduğunu anlayamaz ve herkes bir anda zengin olmanın vermiş olduğu mutlulukla ne yapacağını bilemez. Herkes, düşlediği yaşamı gerçekleştirmek için harekete geçer. Bir anda gelen zenginliğin huzuru da kısa sürer. Halk artık zengin olduğu için çalışmak istemez. Bütün işler yarım kalınca toplumda kargaşa çıkmaya başlar. 

Her şey altındandır fakat artık insanlar bu paraları harcayamaz duruma gelir. Kimse emeğinin karşılığını alamadığını fark edince bir anda elde ettikleri altın da onlara huzursuzluk verir. Halkın bu huzursuzluğunu gören Midas’ın kızı da isyan etmeye başlar. Sarhoşluğun etkisi geçince verdiği karardan pişman olur. Silenos ile evlenmek istemediğini babasına söylese de fayda etmez. Midas’ın gözü altından bir şeyi göremez olur. 

Midas, kızını nasıl teselli edeceğini bilmez. Silenos ile yaptığı anlaşmayı kızına da söyleyemez. Söylediği anda altından vazgeçeceğinin bilincindedir. Kızına yalnızca sarılmak ister. Ona bir adım yaklaşır ve sarıldığı an kızı altına dönüşür. Midas ne yapacağını bilemez. Kızını geri döndürmenin yollarını arasa da artık dönülmez bir yola girer. O an altının da bu yaşadığı servetin de kızından daha önemsiz olduğunu anlar. Kızı artık altından bir cisimdir ve ona hiçbir faydası yoktur. 

Midas, çareyi yine Dionisos’ta arar. Ondan yardım diler ve kızının geri gelmesini ister. Dionisos da kızını geri getirir ve Midas’ın elinden bu gücü alır. Midas, kızına kavuştuktan sonra altının hiçbir önemi olmadığını anlar. Halk da emeğinin karşılığını almanın bir anda elde edilen altından daha değerli olduğunu idrak eder ve mutlu günlerine geri dönerler.

İlgili Sayfalar

👉 Güngör Dilmen

👉 Cumhuriyet Dönemi Tiyatro Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Güngör Dilmen Tiyatrolarında İnsan, Selma Demirok
Güngör Dilmen’in Oyunlarında Mitolojik, Tarihsel ve Fantastik Olan’ın Kullanımı, Fatma Keçeli


Cover Image

Balıkesir Muhasebecisi

Ağustos 13, 2023 Okuma süresi: 6 dakika
Reşat Nuri Güntekin

Reşat Nuri Güntekin’in üç perdelik oyunu.
Oyun, İkinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’da lüks bir apartman dairesinde geçmektedir.
Çeşitli toplumsal sorunların gündeme getirildiği oyunda toplumdaki ekonomik dengesizlik, vurgunculuk, yasaların adaleti sağlamaktaki yetersizliği gibi sorunlar ele alınmaktadır.

Özet

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balıkesir’de muhasebecilik yapan Tahir, bir arkadaşının iş teklifi üzerine emekli olur ve İstanbul’a yerleşir. Muhasebecilik yıllarında namuslu, ilkeli bir adam olarak tanınan Tahir Efendi, İstanbul’daki yeni işiyle beraber modern hayatın gereklerini yerine getiren ve vurguncu olarak nitelendirilen bir adam hâline gelir. 

Balıkesir’den tanıdığı eski arkadaşlarını bile randevusuz kabul etmez ve buna gerekçe olarak da artık büyük bir iş adamı olmasını gösterir.

Lüks ve rahat bir yaşam süren aile fertleri (eşi Huriye, oğlu Necdet, kızı Leyla) Tahir’in yaptığı işlerden utanmakta ve yoksul oldukları dönemleri özlediklerini söyleseler de aslında hâllerinden memnundurlar. Tahir Efendi’de görülen benzer değişimler onlar için de geçerlidir.

Her fırsatta babasının kendilerini sürüklediği bu hayattan nefret ettiğini dile getiren sözde idealist genç Necdet, buna rağmen Avrupa ve Amerika gezilerinden geri kalmaz. Bir yandan hususi otomobil ve kotralarla gezip tozarken diğer taraftan iğreti bir idealizmle babasına karşı için için isyan etmeyi marifet sayar. 

Balıkesir’de okurken felsefe öğretmeni Namık’ın izinden yürüyen Necdet, İstanbul’a taşındıktan sonra evine gelen öğretmenine gösteriş yapmak için Churchill’in purosundan, İskoç viskisinden ikram eder. İdealist felsefe öğretmeni Namık ise düştüğü durumun umutsuzluğundan dolayı öğrencisi Necdet’ten babası Tahir Bey’in yanında çalışabilmek için tavsiye ister. Necdet ise kendisinden yardım isteyen öğretmenini yine idealistliği nedeniyle reddeder. Necdet’in yapmacık hayal âlemine karşılık Namık, maddi sıkıntılar içinde hayatın gerçekleriyle yüzleşmiş bir karakterdir.
Evin sessiz kızı Leyla bir yandan babasının servetinin tadını çıkarırken bir yandan da onun işlerini zengin ve namuslu nişanlısıyla yapacağı evliliğin önünde engel olarak görür.
Huriye ise bir yandan Balıkesir’deki mutfağını özlerken öte yandan elbisesi ile saçının derdine düşer.
Huriye’nin kardeşi Şerif Ali de yaşadığı hayatı Tahir’in kanunsuz işlerine borçludur. Ancak o diğerleri gibi bunu inkâr etmez. Yaşadığı hayattan şikayet eden ablasını içinde bulunduğu ikili tutumdan dolayı eleştirir.
Şerif Ali, Anadolu insanını temsil etse de bu temsiliyet tamamen Anadolu saflığı içinde verilmemiştir. Manevi değerlerin alaşağı edildiği böyle bir dönemde Şerif Ali diğerlerine kıyasla daha samimi olabilmeyi başarabilmiştir. Ablasının ve Necdet’in gülünç şikâyetleri karşısında onlarla alay eder. Bu nedenle eserdeki ironinin ortaya çıkmasında oldukça önemli bir yeri vardır. Eserdeki ironi, lüks hayattan dolayı hem söylenen hem de sefasını süren aile fertlerinin durumundan doğar.
Bu arada bir komiserin evde yaptığı aramada bulduğu deliller ışığında Tahir dört ay hapis yatar. Tahir’i zengin eden iş ortağı Ramiz Bey, olayın iyi incelenmemesi nedeniyle ucuz atlatıldığını söyleyerek Tahir’e yeni bir iş önerisi yapar. Necdet, Leyla’nın müstakbel kayınpederi Bedri Bey’e vurguncu babasının manevi bir ölü olduğunu söyleyerek artık ailenin reisi olduğunu ve alınlarına sürülen bu kara lekeden dolayı isterlerse nişanı bozabileceklerini belirtir.
Ailesinin kendisiyle ilgili duygu ve düşüncelerine şahit olan Tahir, iş arkadaşı Ramiz’in yaptığı iki milyonluk teklifi reddeder. Ailesine bir ders vermeyi düşünen Tahir, her şeyini hayır kurumlarına bırakarak emekli aylığıyla eski yaşantısına dönmeye karar verdiğini açıklar.
Bundan sonra ailesinin kendisinden utanmayacağını fakat herkesin şu anda sahip olduklarını kaybedeceklerini söyler. Bunun üzerine telaşa düşen aile fertleri söylediklerinden pişman olur. Sahip oldukları zenginlikten ve lüks hayattan vazgeçmeyi göze alamazlar. Mevcut zenginlikleriyle namusun bir arada olamayacağını vurgulayan Tahir, eski yaşantısına dönmeyeceğini fakat bundan sonraki bütün suçlarına ortak olduklarını söyler.
İlgili Sayfalar

👉 Cumhuriyet Dönemi Tiyatro Özetleri
Yararlanılan Kaynaklar


Reşat Nuri Güntekin’in Piyeslerinde Sosyal Eleştiri, Demet Sustam
Türk Tiyatrosunda 1960-1970 Yılları Arasında Toplumsal Beğeni, Cengiz Toraman
Reşat Nuri Güntekin’in Balıkesir Muhasebecisi Adlı Oyununda Toplumsal Eleştiri, Fatih Sakallı


Cover Image

Aynaroz Kadısı

Ağustos 2, 2023 Okuma süresi: 4 dakika
Musahipzâde Celal

Musahipzâde Celal’in oyunu.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerini konu alan eserde, çöken adalet sistemi ile rüşveti kanıksayan devlet adamları anlatılmaktadır.
Oyunun kahramanı kötü düzenin temsilcisi olan Kadı Yakup Efendi’dir. Oyunun sonunda kötüler cezasını bulmaz. Yazar, böylece devletin içindeki yolsuzlukların bitmeyeceği mesajını seyirciye iletilmiş olur.

Özet

Kadınlara olan düşkünlüğü ve çıkarcı kimliği ile tanınan Yakup Efendi, görev yaptığı yerlerden kovulsa da bacanağı Şeyhülislam Kehkeşanizade Lemi Molla tarafından Aynaroz Kadısı olarak atanmıştır.


Milo Adası’nda yaşayan kimsesiz fakat varlıklı ve güzel bir kız olan Afroditi, çocukluk aşkı Hıristo ile evlenmek üzeredir. Ancak Aynaroz Kilisesi hem Afroditi’ye hem de on beş bin altınlık servetine el koymak ister. İki genç, çaresizlik içindeyken teftiş ve vergi belirlemesi için adaya gelen Yakup Efendi olanları öğrenir. Kadı, Afroditi’yi koruması altına alıp hem ona hem de altınlarına sahip olmayı düşler. Eve getirdiği Afroditi’yi sarhoş edip ondan yararlanmak isterken karısı tarafından basılır. Yalnız kalan Afroditi ise papazlar tarafından kaçırılır. Durumu gören Hıristo, Yakup Efendi’ye olanları anlatır. Yardımcıları ile kiliseye giden Yakup Efendi, Afroditi’yi kurtarıp Hıristo’ya verir ama on beş bin altına da el koyar.
Birbirleri ile hiç anlaşamayan karıları ve aptal oğlu Şem’i Molla ile yaşayan Şeyhülislam’ı ziyarete giden Yakup Efendi, altının bir kısmını daha iyi bir yere atanmak için rüşvet olarak dağıtır. 
Aynaroz Başpapazı Gregoryos ise paranın zorla alındığını iddia ederek mahkemeye başvurur. Aynaroz Kadısı, Şeyhülislam’dan mahkemeyi gören kadılara kadar herkese rüşvet dağıtır. Sonunda papaz, mahkemesinden vazgeçmek zorunda bırakıldığı gibi bir de hapse girer.


İlgili Sayfalar
👉 Cumhuriyet Dönemi Tiyatro Özetleri

Yararlanılan Kaynaklar

Musahipzade Celâl’in Oyunlarında Moderne Dönüşen Gelenek, Refika Altıkulaç Demirdağ
Türk Tiyatrosunda 1960-1970 Yılları Arasında Toplumsal Beğeni, Cengiz Toraman


Cover Image

Genç Osman

Temmuz 28, 2023 Okuma süresi: 16 dakika
Turan Oflazoğlu

Turan Oflazoğlu’nun tarihî oyunu.
1994 tarihli eser, üç perdelik bir tragedyadır.
Oyun, genç yaşta padişah olan Sultan Osman’ın yeniçeri ve sipahi ocaklarının ortadan kaldırılması yolundaki serüvenini anlatmaktadır.
Oyun bir ağıt ile başlar:

Az bulunur insan iken
Cihan şahına kıydılar
Gayretli bir aslan iken
Cihan şahına kıydılar

Gazi bahadır han idi
Pek soylu bir sultan idi
Namıyla Genç Osman idi
Cihan şahına kıydılar

Onu herkes yadırgadı
Oysa güzeldi maksadı
Kanayan bir güldür adı
Cihan şahına kıydılar

Hatırlatır ozan bunu
Ey halk ibretle an bunu
Unutamaz insan bunu
Cihan şahına kıydılar

Özet

Sultan Osman 13 yaşında tahta çıkmıştır. Oyunun başında 17 yaşındadır ve ülkesindeki düzensizliğin farkındadır. Ancak sabırsız davranışları, politik olmayan duruşu ve tecrübesizliği yapmak istedikleri için engel oluşturmaktadır.
Osmanlı’nın Rusya’ya karşı koruduğu Lehistan’ın kendilerine ihanet etmesi üzerine ordusuyla sefere çıkmak ister. Ataları gibi büyük işler yapmak arzusundadır. Baltık Denizi’ne el koyup güçlü bir donanma ile Avrupa’yı kıskaca alabileceğini hayal etmektedir. Fatihlik arzusundadır. Ancak asker ocakları bozulmuştur.
Hocası Ömer Efendi, üç ayda iki bahşiş alan bu askerin düzen altına alınması için önce kıdem zamlarının kesilmesini önerir. Buna karşı çıkan Sadrazam Dilaver Paşa, “O zaman yer yerinden oynar.” diye olacakları bildirir. 

Dördüncü vezir Davut Paşa Osman’ı cesaretlendirmeye çalışır. Paşa, Osman’ın hemen yanında sadrazam olmak hevesiyle kural kaide tanımadan sadrazamla Osman’ın odasına girmektedir. Ömer Efendi, onun gizli işler peşinde olduğundan şüphelenmektedir. Osman ise onu iki kez affettiğini, üstelik damat diye hak etmediği halde vezir yaptığını bu nedenle onun kendini borçlu hissettiği için böyle davrandığını söyler.
Sadrazam Dilaver Paşa aklıselim bir insandır. Osman’a her iki ocağı da karşısına almamasını, birini tutarken diğerine çekidüzen vermesini ve tedbirli olmasını tavsiye eder.

Şehzade Mehmet’in Katli

O sırada huzura gelen Süleyman Ağa, birinin kendisine bir pusula bıraktığını söyler. İçinde “Mehmet’i sıkı tut!” yazmaktadır. Bu sırada huzura Mehmet gelir. Çok güzel yazısı olan Mehmet, kardeşine “Sultan Ahmet Han oğlu Osman Han” yazılı bir kâğıt verir. Çoktan beri bu yazı ile meşgul olduğunu söyler. Osman’ın cenk oyunlarındaki başarısını bilen Mehmet, ileride Osman’ın Fatih, Yavuz, Kanuni gibi bir padişah olacağını hayal etmiştir. Osman da aslında hep onlar gibi olmak istemektedir. Onlar gibi olmak için onlarınki gibi yenilmez bir orduya sahip olması gerektiğini hâlbuki durmadan karşısına bazı engeller çıkartılmak istendiğini söyler. Sonra da elinde tuttuğu pusulayı ona verir. Mehmet şaşırmıştır. “Demek ki kararın kesin. Dilerim Tanrı’dan beni hayatımdan nice mahrum ettiysen senin dahi ömrün ve saltanatın berbat olsun.” der ve çağırılan cellatla çıkar. Osman, verdiği karardan dolayı çok üzgündür.

Halktan Biri

Osman’ın tahta geçtiği yıl İstanbul’da görülen felaketler, onun uğursuzluğuna yorumlanır. Sultan halkın nabzını tutmak, aksaklıkları görmek için celladıyla gezer. Kendisini halktan biri gibi göstermek istemektedir. Halk, padişahını kendisinin üstünde ister. Sultanın kendisine benzemeye kalkarsa çabuk yüz göz olacaklarını düşünür. “Padişah sözünü geçirmelidir.” diyen bir İstanbullunun boynuna celladının kemendi geçince İstanbullu Sultan’a, “Yani şimdi sen bizden misin?” diye sorar. Onun kendilerinden olmadığını ve olamayacağını hatırlatır.

Tek Eşlilik

Şeyhülislâm Esat Efendi’nin kızı Akile, Osman’ın çocukluk arkadaşıdır. Esat Efendi’nin konağına tek başına gelen Sultan Osman’ı Akile karşılar. Onunla geçmişten konuşur, şiirden bahsederler. Osman gibi Akile de şiir yazar ve güzel şiir okur. Osman, “Bütün şairlerimiz yaşanan Türkçeyle ve Türk edasıyla yazınca ancak o zaman bulmaya başlayacağız kendimizi.” der. Osman, Akile’ye “Eşim olarak saraya gelir misin?” diye sorar. “Tek nikâhlı eşim olacak. Harem hayatına son vereceğim artık sarayda ve ülkemde. Bundan böyle her erkek tek kadınla evlenebilecek.” der. Akile yılların geleneğini nasıl yıkacağını sorunca kendisine çok güvenen Genç Osman “Sen evet de bir günde yıkıp yok ederim ben.” der.
Sarayın dışından hanedana gelin gelmesi geleneklere aykırıdır. Bu geleneğe de karşı çıkan Sultan, Akile’yi eş olarak seçmiştir. Ömer Efendi ile sıradan bir Osman olarak geldiği konakta Esat Efendi’den kızını ister. Esat Efendi, geleneklere aykırı dese de kızıyla konuştuktan sonra bu evliliği kabul eder. Sevinmiş ve şaşırmıştır. Çünkü hanedana akraba aileler türemesi hanedan için son derecede sakıncalıdır. Osman’ın kararlı olduğunu görünce razı olur ve hemen o gün nikâhlarını kıyar.
Osman’ın her hali halka ters gelmektedir. Erkekler tek eşle yetinmekten yana değildir. Osman, bir kul gibi yaşamak arzusunda olduğunu söyleyince Esat Efendi ona “Padişah hiçbir zaman padişahlığını unutmamalı ve karşısındakine de unutturmamalı. Kulluk kalktı mı padişahlık da kalkar.” diye tavsiyede bulunur.

Devlet İşleri

Ömer Efendi’ye göre asker, hazine, adalet bozulmuş, memleket göz göre göre elden gitmektedir. Canı yanan Anadolu biraz homurdansa isyan deyip üstüne yüklenilmektedir. Anadolu’nun doğurduğu bu devlet, onun gücüyle beslenip serpilmiştir ama genişleyip büyüdükçe ondan uzaklaşmıştır. İstanbul’un düzene soksun diye gönderdiği kişiler de çok geçmeden gittikleri yerin eşkıyası olmaktadır.
Osman, hocası ile konuşurken Edirne müftüsünün padişahın fermanı olmadan bostancı başını azlettiği haberi gelir. Osman, suçlu değilse görevine iade edilsin, Edirne Müftüsü görevinden alınsın, der. Ömer Efendi, müftünün oğlu olduğunu söyler. Osman için bu sadece Edirne müftüsüdür. “Devlet işlerinde ancak devlet kayırılır.” der. Hocasına bu sözün kendisine ait olduğunu söyler.
Arpalığı elinden alınan bazı bilgin çelebiler bunların kendilerine geri verilmesini dilemeye gelirler. Onlara “Bu padişah kimseye arpalık verme niyetinde değil.” diye haber gönderir. Bu durum kayınpederi olan Şeyhülislam Esat Efendi tarafından hoş karşılanmaz.
Osman, bunların yanı sıra ağır kavukların yerine Türkistanlıların giydiği hafif kavuklar giyilmesini ister. “Güzel ve kıvrak olmayan kıyafetler atılsın hem de israf bitsin. Gereksiz ağırlıklardan kurtulalım, hız kazanalım.” der. Bunun öncülüğünü de kendisi yapacaktır.

Nevhayal

Süleyman Ağa, Sultan’a gelerek Şeyhülislâmlıkta gözü olan Rumeli Kazaskerinin Sultan’a armağan olarak cariyeler gönderdiğini söyler. “Harem hayatına son verdik ya ağa, baş göz edip savılsınlar.” der. Onlardan birinin cihana bedel olduğunu, hiç olmazsa bir kere görmesini yoksa günah işleyeceğini söyleyen ağayı Sultan kıramaz. Akile, babasının evinde olduğu için cariyeyi odasına göndermesini söyler. Nevhayal gerçekten çok güzeldir. Bu arada gelen Akile kocasına sitem eder. Osman, onun sevdiği tek kadın olduğunu sadece gelenekleri sürdürmek için çocuk sahibi olmak arzusunu belirtir. Akile, her geleneği yıkmaya çalışanın gelenekten bahsetmesine şaşırdığını söyler. Çocuklarının yaşamamasına kendisi de üzülmektedir. Belki bundan sonra doğacakların yaşayacağını söyleyerek kocasının kendisine verdiği sözü hatırlatır. Onun hem halka hem de kendisine karşı tutarlı olmasını ister.

Lehistan Seferi ve Sonrası

Lehistan seferinden dönülmüştür. Asker hiçbir başarı gösterememiştir. Sadece savaş sonrası, İstanbul’a dönüldükten sonra, anlaşma ile 

Hotin alınabilmiştir. Osman için bu bir mağlubiyettir. Ordunun düzensizliği nedeniyle başarısız olmuştur. Anadolu’da yeni bir ordu kurulmasını amaçlar. Toy padişahın politik olmayan dürüst davranışları, askerlerin kendisine cephe almasına neden olur. Yine de yeniçeri ve sipahi ocağını eş zamanlı olarak ortadan kaldırmak ister. Celladı ile tebdili kıyafet gezer. Talimde olmayan askerlere karşı amansız bir mücadeleye girişir.
Bu arada Nevhayal, Akile Hanım’ın cariyesi olmuştur. Nevhayal’in Osman ile ilişkisini bilen Valide Sultan, Topkapı Sarayı’nda kendi adına çalışmasını, sarayda olup bitenleri kendilerine iletmesini tembihlemiştir. Nevhayal’i Sultan Mustafa padişah olur olmaz kendisini sultan eşi yapacağını söyleyerek kandırmıştır.
Davut da sipahi ve yeniçerilerden kendilerine rüşvetle taraftar bulmuştur. Onlara Sultan Osman’ın kendilerini sevmediğini söyleyerek padişahlarının kim olması gerektiğini düşünmelerini ister. “Devlet sizsiniz, hakkınızı koruyun.” der.

Padişah Hacca Gidiyor

Padişah hacca gidecektir. Asıl niyeti Hicaz’dan dönerken Anadolu’daki Türkmenlerden yeni bir ordu kurmaktır. Beraberinde götürecekleri, İstanbul’da kalacakları belirler. Dilâver Paşa kendisine karşı olan binlerce askerin devletin merkezinde kalmasının doğru olmadığını söylese de Sultan onlara güvenmediğini söyler. “Padişah neredeyse devlet orada olur, gerekirse Anadolu’da bir şehir devlet merkezi yapılabilir.” der. Dilaver Paşa arkada kalanların kazan kaldırıp padişahı bile değiştirebileceklerini söyler. Osman ise deli bir adamı tekrar tahta oturtacaklarına ihtimal vermez. Hem diğer şehzadeler de çok küçüktür.
Ömer Efendi, Şeyhülislam’ın bu işe razı olmadığını ve yeniçerilerin ondan fetva alabileceklerini söyler. Yola çıkmadan Şeyhülislam’ın değiştirilmesini isteyen Ömer Efendi’ye “Kızını sever, karımın babasıdır.” diye karşı çıkar. “Damadınız olduğunu unutmak zorunda kalabilir.” deyince Osman hocasına, “Siz olur musunuz?” diye sorar. 

Osman hemen yola çıkmak istemektedir. Dilâver Paşa, tedbiri akla yoldaş etmenin iyi olacağını söyler. Ortalık iyice karışmıştır. Esat Efendi tedbir alınmazsa işlerin iyice çığırından çıkacağını söyler. O sırada dışarıdan gürültüler gelir. Kazan kaldırılmıştır. Genç Osman’ın yerine akli dengesinin yerinde olmadığı için daha önce tahttan indirilen Mustafa getirilmek istenir.

Genç Osman Kışlaya Gidiyor


Asilere mecnun birinin padişah olamayacağını, pişman olacaklarını söyleyen Esat Efendi, Genç Osman’ın tahttan indirilmesi için fetva vermeye yanaşmaz. Bu arada Sultan Mustafa da çok garip davranmaktadır. Yeniçeriler buna şaşırır ama Valide Sultan onun erdiğini, bunun cezbe hâli olduğunu söyler. Valide Sultan, sadrazam yaptığı Davut Paşa’dan ne kadar altın varsa kullarına dağıtılmasını, isteyene istediği görevin verilmesini emreder.
Sultan Mustafa’nın garip hareketleri askerlerde pişmanlık yaratmıştır. Oradakilerin ilgisini dağıtmak için Valide Sultan sürekli altın saçtırır. O sırada Osman kışlaya gelir. 

Osman’ı gören Sultan Mustafa, boynuna sarılarak hıçkırır. Osman onu sakinleştirmeye çalışır. Yeniçerilere bir yeniçeri olarak geldiğini, padişah yaptıkları bu zavallının hükmünün nasıl geçeceğini sorar. Askerlerin çoğu bağışlanmayı diler. Anlaşmak isterler. Ancak içlerinden biri, “Ne yapıyorsunuz. Dışarıdakiler fark ederse bizi parça parça eder.” diye korkusunu dile getirir. “Bir padişahın göz göre canına kastetmek olur mu?” diye seslenenler olur. Osman, Davut’u göstererek onun ne kadar kötü olduğunu anlatır. Hatalarını gençliğine ve acemiliğine vermelerini ister.
Davut Paşa, asileri “Tekrar padişah olursa canınıza okuyacak. Bu işte beraber değil miyiz ağalar?” diye ortalığı kızıştırır. Valide Sultan “Bu yılan sağ kaldıkça ne bize hayat var ne size ağalar!” sözü üzerine cellat elindeki kemendi Osman’ın boynuna geçirmeye çalışır. Sipahilerden bazısı “Sakın ha! Canı bize emanettir, kanı kutsaldır.” diye itiraz eder.
Osman, Davut için yaptıklarını sayar. Suçunu iki kez affettiğini, hanedandandır diye vezir yaptığını söyler. Davut o halde suç işlediğini, suçlu olduğunu söyler. Ortalık daha fazla karışmadan Davut oradakilere, konuşmaktan aciz Sultan Mustafa’nın sözde buyruğunu iletir: “Sevgili yeğenim Sultan Osman bundan sonra Yedikule’de ağırlansın.”

Ölümü


Davut, orada daha güven altında olursunuz, der ve cellatla Osman’ı götürür. Davut’a, “Gel bu işten vazgeç Davut!” dediyse de Sultan Osman söz geçiremez. Davut, cellatları Osman’ın hücresine sokar. Osman’a üçü beşi saldırır ama onu öldürmeyi başaramazlar. Daha çok kişi çağrılır. Birinin omzuna vurduğu balta ile yere düşen Osman, cellatlara boyun eğer. Osman’ın celladı çıkarken kemendi Davut’un önüne bırakır. Gün ağarmak üzere zindana gelen sipahiler ve yeniçeriler dehşet içinde kalırlar. Bir yeniçeri, Davut’un önündeki kemendi cellada göstererek onu Davut’un boynuna geçirmesini söyler. Hücreyi gösteren bir sipahi onun da aynı yerde boğulmasını ister.

İlgili Sayfalar

Yararlanılan Kaynaklar

Genç Osman, A. Turan Oflazoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları 1994
Yeni Türk Edebiyatı-Tarih İlişkisi Bağlamında Türk Tiyatro Eserlerinde Genç Osman Vakası, Müzeyyen Buttanrı
A. Turan Oflazoğlu’nun Osmanlı Tarihine İlişkin Tiyatroları Ve Bu Tiyatroların Tarihî Gerçeklikle İlişkisi Esra Apaydın


Hakkında

Bu kısım siten hakkında bilgi verir. Burayı değiştirmek ve düzenlemek için admin->eklentiler->tanımı düzenle

Etiketler