CİNNET DEDİKLERİ O CENNET
ŞU AKIL ZİNDANLARINDAN
CAHİT SITKI TARANCI
NEREYE
Bir kahraman gördüm; gençti, güzeldi
Atlamış maziden binlerce seddi
Kır atıyla sanki bir canlı yeldi
Sordum: “Nereye?” “Ben giderim.” dedi
“Tarif olunmaz bir şana doğru.”…
Güneş doğuyordu,maviden sisler
Çiçekler açılmış her
Dalda bir yavru kuş… “Aşk nuru yer yer
Tutuşurken böyle nereye sefer?”
Diye sordum.Dedi: “Türkan’a doğru…”
“Yalnızsın yiğidim! Yolda kalırsın,
Maksatları ölür,onulmaz yasın.
Yol gösteren lazım, öne katılsın!”
Dedim.”Düşman varsa”dedi “Atılsın
Yolumuz uğrağı Kur’an’a doğru…”
“Uzak ufuklardan karlı dağlardan
Aşarken sellerden,ormandan,yardan
Yoldaş ister insan değil yaradan;
Yalnızlık onundur!..” dedim.”Dost yardan
Geçmez.” dedi.Yolun yarana doğru…
Sürünce Doğu’ya o kır atını
Kılıcının çarptı taşlara kını
Altun kıvılcımlar bu hoş akını
Kaybederken gördüm bu genç taşkını
Dedi: “Uçuyorum Turan’a doğru!..”
ÖMER SEYFETTİN
Kızılırmak’a
Ah, ey Kızılırmak! Ağlıyor musun?
Dalgaların coşmuş, bilmiyor durmak,
Çöktü yüzbin ocak, anlıyor musun?
Ben geldim başına, isterim sormak:
“Yüzlerce yıl evvel üstünden geçen
Türklerin başına nedir bu gelen?
Yasasız kalmışlar serserilikten
Kaçmak isterlerse yol verme, sen ak!
Ak, boğulsun kaçan, acıma ona.
İster misin yurda baykuşlar kona?
Geçmek lazım ise yok mudur Tuna?
Geriye bırakma, ak Kızılırmak!”
Ömer Seyfettin
Güzelliğim düşüncene sığmadı
Biraz daha kalsa idin ölürdün
Çisil çisil yağmurumdan kaçmışsın
Sularıma gelse idin ölürdün
Işığım var karanlığa diş biler
Limanım var sığınacak gemiler
Düşüncem var bir başaktan bin diler
Düşüncemi bilse idin ölürdün
Kır atlara al atlara gem vurdum
Dört yönde devlere tuzak kurdum
Buğulu camların ardında durdum
Camlarımı silse idin ölürdün
Katı gerçek filizlendi her yerde
Daha aramızda sır perde perde
Tebessüm nerede mutluluk nerde
Bir kerecik gülse idin ölürdün
Dilaver CEBECİ
Yad elde başım belada
Yedi yerden yarayım oy
Yola bakar yar sılada
Düşe kalka varayım oy
Dağa yağan doluyum ben
Dağda yayla yoluyum ben
Dokuduğun halıyım ben
Alnındaki lirayım oy
Harman oldum savur beni
Kirmene sar eğir beni
Yaktın ağır ağır beni
Alev alev çırayım oy
İp bükenim kül dökenim
Bereketli tarlam benim
Kara kızım tunç bedenim
Saçındaki turayım oy
Akbaş’ım der gel Maraşlım
At çalımlım kalem kaşlım
Başak saçlım yüce başlım
Çağın geçer dereyim oy
Ali AKBAŞ
Albümden seyrettim resimlerini
Ey hasret rüzgarı ne olursun din
Anladım hiçbirşey tutmaz yerini
Sensizlik içime işledi bu gün
Yediğim ekmeksin, içtiğim susun
Seninle her anım her günüm düğün
Haydi gel güzelim! Bu acı dursun
Sensizlik içime işledi bugün
Aliosman GÜZEL
Ahmet Haşim, şiiri “Nesir gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için vücut bulmuş, musıki ile söz arasında, sözden çok musıkiye yakın…” diye tarif etmektedir.Sembolizmin etkisinde kalınarak yazıldığı anlaşılan bu şiirde akşam vakti anlatılmış, bunu anlatmak için bazı renklerden ve sembollerden yararlanmıştır.Bu nedenle şiir yoruma açıktır.Merdiven sembolü ile anlatılmak istenen, hayatın sonuna yaklaşıldığı fikridir.
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlıyarak..
Sular sarardı…Yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
Eğilmiş arza,kanar,muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki,akşam olmakta…
Ahmet haşim
YADELDE BAŞIM BELADA,
YEDİ YERDEN YARAYIM OY.
YOLA BAKAR YAR SILADA
DÜŞE KALKA VARAYIM OY.
DAĞA YAĞAN DOLUYUM BEN
DAĞDA YAYLA YOLUYUM BEN
DOKUDUĞUN HALIYIM BEN
ALNINDAKİ LİRAYIM OY…
HARMAN OLDUM SAVUR BENİ.
KİRMENE SAR EĞİR BENİ.
YAKTIN AĞIR AĞIR BENİ.
ALEV ALEV ÇIRAYIM OY…
İP BÜKENİM, KÜL DÖKENİM,
BEREKETLİ TARLAM BENİM.
KARA KIZIM TUNÇ BEDENİM,
SAÇINDAKİ TURAYIM OY…
AKBAŞ’IM DER GEL MARAŞLIM
AT ÇALIMLIM KALEM KAŞLIM
BAŞAK SAÇLIM YÜCE BAŞLIM
ÇAĞIN GEÇER DEREYİM OY…
Son merhaleden bakıyorum dünyaya
Tepemden tırnaklarıma kadar
Ağrılar, ağrılar, ağrılar
Başım da bir hoş
Kapılar çalınıyor şangır şangır
Gelen odur biliyorum
“O”dur kapıdaki
Bir türlü “Hazırım diyemiyorum.
Hazır değilim ki
Ellerim bomboş.
Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakişlarin yine pek sarhoş.
Yanilip gönlüme misafir inme.
Kapisi kilitli, mihrabi bomboş
Mabettir orasi, meyhane değil…
Işiklar, kokular, sesler, çiçekler…
Ömrünün her günü bir başka düğün,
Bülbüller koynunda açtı çiçekler
Güller dökülürler göğsüne bütün!..
Gerçekten güzelsin, efsane değil:
Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın
Git bahar…Gönlümde ibadet için,
Diz çöken kızları ürkütme sakın,
Kalbime girme, o kaşane değil!..
Git bahar, git bahar ! Uzaklarda gül,
Denize renginden bırak hediye,
Ufuklarda gezin, semaya süzül…
Kalbime sokulma “Peymane!” diye,
Gördüklerin kandil, peymane değil!
Halide Nusret Zorlutuna
halide nusret zorlutuna-halide nusret-halide nusret biyografisi-halide nusret şiirleri-ellerim bomboş-git bahar-halide nusret zorlutuna’nın hayatını oku-halide nusret zorlutuna’nın şiirlerini oku-ödev ara-ögretmen şairler-bayan şairler-milli mücadele şairleri-mabettir orası meyhane değil-bahar bakışların yine pek sarhoş-git bahar uzaklarda gül-ellerim bomboş-benim küçük dostlarım-mehmet çınarlı-hisarcılar-töre dergisi
Halide Nusret Zorlutuna
Halide Nusret adını ilk defa Konya Lisesi’nin orta kısmına yatılı öğrenci yazıldığım yıllarda duydum (1937 -1940). Şiire meraklı olduğumu öğrenen, büyük sınıflardaki ağabeylerimiz, bana – ballandıra ballandıra-iki şair arasında çıkan bir kavgayı anlatmışlardı. Halide Nusret adında bir hanım şair, erkeklere çatan bir şiir yazmış, Faruk Nafiz de ona gereken cevabı vermiş. Hailde Nusret’e ve Faruk Nafiz’e ait olduğu söylenen manzumeler defterden deftere aktarılarak büyük bir hızla yayılıyordu. Bu manzumeleri ben de defterime not etmekte gecikmedim.
Karşı cinsi suçlayan, yerle bir eden her iki manzume de, ağır bir dille yazılmıştı. Yatılı bir erkek mektebinin öğrencileri olan arkadaşlarım ve ağabeylerim, Halide Nusret’e ait olduğu söylenen manzumeyi okurken öfkeden kuduruyor, Faruk Nafiz’in ona verdiği ileri sürülen cevaba gelince son derece keyifleniyorlardı.
İş bununla kalmadı: Fırsatı ganimet bilen bir sürü şiir heveslisi, Halide Nusret’e cevap yazıp, erkekleri yiğitçe savunmak ve bu yolla ucuz bir şöhrete ulaşmak hevesine kapıldılar. Şimdi, o yıllarda tuttuğum şiir defteri elim de olsa, bu kahramanların adlarını verebilirdim. Ama, yazdıklarını istesem de yaymlayamam. Çünkü, kadınlarla erkekler arasındaki manzum kavga düpedüz küfür ve hakarete dönüşmüştü.
Bize gelen şaheserlere (!) göre, hırsını alamayıp, kavgayı sürdürüp duran erkeklerdi. Acaba kız okullarına da kadınların cevabları mı gönderiliyordu ? Bilmiyorum.İşin aslına gelince… Bunu Halide Nusret’in kendisinden dinleyelim. “Bir Devrin Romanı” adiyle Hürriyet Gazetesi’nde tefrika edilen hatıralarında Zorlutuna, Erenköy Kız Lisesi’nde öğrenci iken, Faruk Nafiz’in Musaffa ve Zübeyde adındaki iki hala kızı ile arkadaş olduklarını söyledikten sonra, şöyle diyor: “Musaffa ile Zübeyde dayılarının oğlu Faruk Nafiz’in şiirleriyle mağrurdular. Bir yandan da ona “Bizim sınıfta bir şaire yetişiyor” diye öğünmüşler.. O da “Kadınlar ellerinin hamuruyla bu işlere karışmasalar iyi ederler!” gibi sözler etmiş, onları kızdırmış, sonra da bu dediklerini Musaffa’nın sarı yapraklı müsvedde defterine yazarak bana göndermiş. Teneffüste üçümüz baş başa verip bu alaylı, küçümseyen yazıları tekrar tekrar okuduk. Sinirlendik. O zamanlar, kadın – erkek eşitliği davasının başlangıç seneleri; bu konuda tartışmak modası almış yürümüş.. Biz durur muyuz, hemen bir güzel cevap hazırladık; oturup Musaffa’nın defterine itina ile yazdım bu yazıyı; arkadaşlarım sevinçle alıp Faruk Nafiz’e götürdüler.”
İşte kavganın esası bu. Erkekleri hicveden o şiiri kendisi yazmadığı gibi, kadınlara hakaret eden mısralarım da Faruk Nafiz’e ait olmasına ihtimal vermediğini, Zorlutuna bir çok defa, yazı ile sözle açıklamıştır. Ama, yukarıda sözü gecen hatıralarında anlattığı sarı defterli kavgadan dolayı Faruk Nafiz’le aralarına uzun süren bir soğukluk girdiğini aynı hatıralardan öğreniyoruz: “Daha sonraki seneler, Celâl Sahir, Halit Fahri, Orhan Seyfi… Nazım Hikmet gibi bir çok şairlerle tanışmış olduğum halde, Faruk Nafiz’le selâmlaşmazdık bile… Aramızda sanki bir düşmanlık vardı.”
Halide Nusret’in erkeklere hitaben kendi ağzından uydurulduğunu söylediği manzume, o tarihlerde O’nun bütün şiirlerinden daha fazla bir yayıl ma ve okunma gücü kazanmıştır. Buna, şairin kendisi de, şaşıp kaldığını söyler.
Ben, Halide Nusret’e şöhretin kapılarını açan ve bütün şiir severlerin gönüllerinde yer eden, “Git Bahar” şiirini bile, senelerce sonra, ancak lise sıralarına geldiğim zaman görüp okumak fırsatını bulabildim. Çekil, bu gölgeli yolda gezinme, Bahar, bakışların yine pek sarhoş! Yanılıp gönlüme misafir inme, Kapısı kilitli, mihrabı bomboş, Mabeddir orası, meyhane değil.
Git bahar, git bahar., uzaklarda gü1, Denize renginden bırak hediye. Ufuklarda gezin, semaya süzül, Kalbime sokulma “peymane” diye, Gördüklerin kandil.. Peymane değil! “Git Bahar” şiiri 1919 yılında yazılmıştır. Birinci Cihan Savaşı’nın verdiği acılar, üzüntüler, yokluklar ve çaresizlikler üstüne bir de Mondros mütarekenamesinin utanç verici ağırlığının çöktüğü; İstanbul’un düşman işgaline uğradığı, zulmün, işkencenin sınırı olmadığı yıl…
“1919 yılının baharı işte böyle bir İstanbul’a bütün güzelliği, bütün haşmeti ve çılgın neşesiyle çıkıp gelmişti. Ona : “Safa geldin, sofalar getirdin!” demeye imkân var mıydı ? O harikulâde güzel renkler, gölgeler, kokular, ışıklar, deli bir neşeyle cıvıldaşan kuşlar beni boğuyorlardı sanki. Ben de elimde olsa baharı boğacaktım. Ama elimde değildi, onu sadece kovuyordum.”
Böyle diyor, Halide Nusret. Fakat biz ilk gençlik yıllarımızda “Git Bahar” şiirini okurken, böyle şeyleri aklımıza bile getirmiyor, Şair’e bu şiiri olsa olsa bir aşk küskünlüğünün yazdırdığını sanıyorduk. Şiirin, üzerine basa basa tekrarladığımız kıt’ası da şu idi :
Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler..
Ömrünün her günü bir başka düğün!
Bülbüller koynunda aşkı çiçekler..
Güller dökülürler göğsüne bütün,
Gerçekten güzelsin, efsane değil.
Biz, çok şükür, barış yıllarında doğmuş büyümüştük. Devletimizin katılmadığı İkinci Dünya Savaşı, zaman zaman yüreğimizi ağzımıza getirmiş, ekmeği az miktarda vesikayla yememize, şekere uzaktan bakmamıza sebep olmuşsa da, bize annelerimizin, babalarımızın çektiği cinsten dayanılmaz acılar getirmemişti.
O zamanlar esen havaya göre, en büyük üzüntünün erkek – kadın ilişkilerinden doğduğunu sanır, Çalıkuşu Feride’ye ihanet edip onu diyar diyar dolaştıran Kâmuran’a içerler, aşk yüzünden canına kıyan Graziella’ya gözyaşı döker, Verter’le ah ederdik.
“Git bahar” şiiriyle şöhrete erer Halide Nusret, git dediği baharın peşini de kolay kolay bırakmaz. Aynı mısra düzeni ve kafiyelerle 1939 yılında “Gel, Bahar!”, 1949 yılında da “Bahar Geldi” şiirini yazar.
“Gel Bahar!” da şöyle diyor:
Ben mi çıldırmışım, sen mî delirdin?
Yalvaran sesimden bu kaçış neye ?
Git dediğim zaman koşar gelirdin,
Gel şimdi de inan bu efsaneye!
Şimdi günler birer peymanedir gel !
Şairimize, kovduğu baharı, yıllar sonra, yalvararak geri çağırtan, her halde, o sırada oturmakta olduğu Kars ilimizin uzun süren kışı ve şöhretli soğuğu değildir. Her ne kadar şiir :
Gel bahar, erit bu yolun karını
diye başlıyorsa da, ondan hemen sonra :
Geçen seneleri anmayalım hiç.
diyerek, bize sırrının kapısını aralıyor ve :
Şimdi günler birer peymanedir, gel!
mısraıyla asıl yazılış sebebini açığa vuruyor. Üstadımız artık üzüntülü yılları geride bırakmış, mutlu bir aile yuvasında, huzur içinde yaşamaktadır. Baharı çağırmaz da ne yapar ?
1949 yılında yazdığı üçüncü bahar şiiri, 1951 yılında Hisar dergisinde yayınlanmış. Bu şiirde bir yandan geçmiş güzel yılların geri gelmeyeceğine hayıflanış, öte yandan Tanrı’ya yöneliş var :
Yıllardır kaybettim o tatlı sesi,
Bir türlü içimde ötmez o bülbül,
Bir ömre bedeldi bir tek nağmesi,
Hem ötmez, hem içten gitmez o bülbül
Kalbim sükûtuna kâşane oldu.
…………
Hasret dedikleri zorlu ateştir:
Bekledim, bağrımı dağladı gül gül.
Artık gelse de bir, gelmese de bir
Dermanı yanmada, bulan bu gönül”
Vahdet şarabına meyhane oldu.
“Bahar Geldi” şiiri 1951 yılında yayımlandığına göre, demek ki. Halide Nusret, Hisar’ın çıkışının daha ikinci yılında, derginin yazı ailesine katılmış.
O tarihte oturduğu ev de dergi idarehanesine pek yakındı. Hisar, benim oturduğum, Öncebeci, Bahadırlar Sokak’tan yönetilir, Zorlutuna’lar da Hukuk Fakültesi’nin yanından yukarı çıkan Erdem sokakta otururlar. İşime gidip gelmek için, her gün birinin önünden geçerdim. Böyle olduğu halde, bir kere bile ziyaretlerine gittiğimi hatırlamıyorum. Sanırım, benden yaşça da, şöhretçe de çok ilerde bulunan bir hanımla sert bir paşa olduğunu işittiğim eşini ziyaret edersem, çok resmi disiplinli bir hava içine girip sıkılacağımdan korkuyordum.
Üstad’la umumî yerler ve toplantılar dışında, ailece görüşmemiz ve O’nun iftihar ettiğim dostluğunu kazanabilmem, ancak bu çeşit korkuları attıktan sonra mümkün olabilmiştir. Yakından tanıyınca, Halide Nusret’in ne kadar samimî, nazik ve alçakgönüllü bir hanımefendi olduğunu anlamakta gecikmedim. Sanatçı heyecanını ve amatör ruhunu da -yılların geçmesine rağmen- aynen muhafaza ettiğine hayretle şahit oldum.
Halide Nusret, 70 yaşını geçtiği halde şiir yazmaya devam eden nadir şairlerimizden biridir. Hisar’a her şiir gönderişinde, beğenip beğenmediğimi merak eder ve heyecanla sorar. Yeni çıkan yazı ve şiirlerimizi, kendisi okuyamazsa, mutlaka birisine okutur, takdirlerini, tenkitlerini günü gününe bize ulaştırır. Bizden daha genç, daha yeni şairleri de oldukça yakından izlediğini biliyorum.
Bize son yolladığı ve Hisar’ın Nisan 1976 sayısında yayınladığımız “Yüzükoyun” başlıklı şiiri üzerinde özellikle durmuş, bu şiiri dikkatle okuyup, kanaatimi açıkça söylememi ısrarla istemişti. Şiiri, istediği gibi, dikkatle okudum, fakat neden bahsettiğini pek iyi anlayamadım.
Yalandı söylediklerin, Yüzde yüz yalandı, biliyorum.
diye başlayan şiirin :
Ya inansaydım, sevgilim,
Düşünsene bir, Ya inanıverseydim sana?
mısraları özellikle beni şaşırtıyordu. Acaba, bu sevgili kim olabilirdi? Bu bir erkekse, şiir, Üstad’ın yaşına ve başına uymazdı; “Sevgili” den kastedilen Tanrı ise “Yalandı söylediklerin” “Ya inanıverseydim sana” mısraları ne oluyordu? Şiiri, o sırada dergiye gelen Yavuz Bülent Bâkiler’e gösterdim. O da işin içinden çıkamadı. Sonunda Üstad’a azıcık takılmaya karar verdik. Telefonu açtım :
– Şiirinizi okudum Üstad’ım,
– Beğendin mi?
– Beğendim, fakat ne demek istediğinizi pek iyi anlayamadım. Düşündüm, taşındım, sizin yeni bir aşka tutulduğunuza ve bu şiiri o sebeple yazdığınıza karar verdim. Yavuz Bülent de bu kanaatıma iştirak etti.
– Hay aklınızla bin yaşayın. Demek bu yaşta ha?
– Aşkın yaşı olmaz.
– Ayol, ben gençliğimde bile, sizin anladığınız manada bir aşk şiiri yazmadım.
Bunları söylerken, azıcık da öfkelenmiş olduğunu hissettim. Telefonu kapattıktan biraz sonra, bu sefer kendisi açtı :
– Durumu sana açıklamaya karar verdim…
Sesi kederli ve heyecanlı idi. Şiirde anlatılan olaya çok önem verdiği belliydi. Öyle bir ruh hali içindeyken kendisine takılmak istemekle baltayı taşa vurduğumu anladım.
Bana üstü kapalı anlattığına göre, yakınlarından birisi, o günlerde, kendisine çok kötü bir itirafta bulunmuş. İtirafın ne olduğunu söylemedi. Fakat üzerinde korkunç bir tesir uyandırdığı açıkça anlaşılıyordu. Bu itirafa inanmıyor, inanırsa yaşayamayacağını söylüyordu :
Ya inanıverseydim sana?
Hepten yıkılıp çökerdim; yerle bir.
Yok, hayır “yerle bir” nedir?
Uçurumlar boyunca, yerin dibinde
Ve…
Yüzükoyun!
Şiirin, bizim yaptığımız gibi, yanlış tefsir edilmemesi (!) için,
Ya inansaydım, sevgilim, ”
mısraını, Ya inansaydım, yavrucuğum,
olarak değiştirmeyi uygun buldu ve şiiri o şekilde yaymadık. Son mısralardaki trajik ifadeye rağmen, konunun bu kadar ciddi ve önemli olduğunu hiç düşünmemiştim.
Halide Nusret’in 50. sanat yılı dolayısıyla yayınlanan “Ellerim Bomboş” adlı kitabına bakıyorum. Üstad’ın 50 yıl boyunca yazdığı şiirlerden seçmeleri içine alan bu kitapta karşı cinse duyulan aşkla ilgili bir parçaya rastlamak hemen hemen imkansız gibi.
Kitabın, “Aşk imiş her ne var âlemde” başlığını taşıyan bölümünde de Şair’in Tanrı’ya, yurda, annesine, çocuklarına, torunlarına duyduğu sevgiyi dile getirilmiş. “Aziz Eşime” başlığını koyduğu şiirde bile bir erkek değil, bir ırmak var: Tuna. Belki, bu dediklerimden “Hayali Cihan Değer” ve “Hatıran” başlıklı şiirleri istisna edebilirim. Onlarda da, sadece, maddî olmaktan çok uzak bir sevginin anıları ve belirsiz izleri görünüyor.
Halide Nusret gibi duygulu bir Şair hanım, ilk gençlik yıllarından itibaren kendisine âşık olan erkeklerin hepsine ilgisiz kalmış, onların sevgisine hiç karşılık vermemiş olabilir mi? “Bir Devrin Romanı” nda bu sorunun cevabını arıyor, zaman zaman da buluyorum. 1924 yılının ilk günlerinde, Ankara’ya öğretmenlik için başvurduğunu anlatırken, o zaman. İstanbul hariç Türkiye’nin her hangi bir yerinde görev yapmayı kabul ettiğini söylüyor ve İstanbul’u istemeyişinin sebebini şu cümlelerle açıklıyor : “Güzel İstanbul’dan, evet, yangından kaçarcasına kaçmak istiyordum. Bundan bir kaç yıl önce geçirdiğim bir his tecrübesini o zaman epeyce mühimsemiş “Aşk dedikleri şey acaba bu mudur?” demiştim… Bugün yarım yüz yıl geriye bakarken de rahatça “Evet aşk o idi!” diyebiliyorum. Ama, ne garip, inandığım, yaşadığım o şeyin, o çok güzel ve çok kutsal şeyin bir tarifini yapamıyorum. Hiç bir zaman da yapamadım”.
Bu satırlarda. İstanbul’dan kaçıp, Anadolu’da çalışarak sevdiğini unutmak isteyen bir hoca hanımı (yeni bir Çalıkuşu Feride’yi) buluyoruz. Bu satırlar, Halide Nusret’te niçin ateşli bir aşk şiiri bulamadığımızı da açıklıyor.
“Onunla dokuz ay nişanlı kaldık, Onun güzel adını taşıyan altın halkanın parmağıma ilk geçtiği günkü o kanatlı sevinci ve onu parmağımdan âdeta sökercesine çıkardığım dakikadaki korkunç ve sefil acıyı hiç bir zaman unutamadım. Benim tam tersime anacığım onu hiç sevmemiş, sevememiş; o aileye bir türlü ısınamamıştı… Annemin onları reddetmek için, kendince pek kuvvetli sebepleri vardı.”
Bu son satırlar da samimi ve derin bir aşkın nasıl feda edildiğini anlatıyor. Görüyoruz ki, Halide Nusret’in sevdiği adam. Çalıkuşu Feride’nin Kâmuran’ı gibi hercailik etmemiş, fakat kendisinden zorla sökülüp alınmıştır. Annesinin kararına ve zevkine itaat etmekten başka bir şey düşünmeyen, kalbi parça parça olsada annesine karşı saadetini koruyamayan, iyi yetişmiş eski zaman kızlarının çok görüp işittiğimiz acıklı kaderleri de bu satırlarda yatmaktadır.
Karşı cinse duyulan aşkı, şiirlerine pek uğratmayan Halide Nusret, Tanrı’ya içini döktüğü; Yunus’a, Mevlâna’ya seslendiği zaman, son derece coşkundur :
Avcumuz boş, gönlümüz boş,bağrımız sadparedir,
Yolcudur, yollarda şaşkın, çırpınır, âvâredir;
Koyma gafletlerde Râbbim kulların biçâredir,
Ya İlâhi, rahmetinden kimseler dur olmasın.
—————————
Gecenin bir saatinde
Eşiğine varan bendim
Kuşlar yuvada, kurt inde,
Karanlığı yaran bendim!
…….
Seni buldum Şahım seni
Tut elinden Üftadeni!
Koma karanlıkta beni
Mevlâna! Aman efendim!
—————————
Yunus’um! Aşkınla dil oldu bülbül,
Cehennem ateşi kızı! kızıl gül.
Seni bu illerde bulalı gönül
Karaman diyarı apaydın bana!
Halide Nusret, her şeyden önce büyük bir vatanseverdir. 50. sanat yılı dolayısıyle yapılan törende şöyle demişti: “Kalemimi 50 yıldan beri karınca kaderince milletimin hizmetinde, memleketimin hayrına kullanmağa çalıştım. Bunda ne dereceye kadar başarılı olduğumu bilemiyorum.
Ama, memleket zararına tek satır yazmamış olmanın inanç ve sevinci içerisindeyim.”
Q gün (17 Mayıs 1967) bu inancı hepimiz paylaşmıştık, bugün de paylaşıyoruz. Gerçekten, Halide Nusret memleket zararına tek satır yazmamış, her şeyi memleketin hayrına yapmaya çalışmıştır.
Şair’in ilk gençlik yıllarına ait hayal ve tasavvurlarında dahi, her genç kızın düşüncesinden ayrı, millî bir intikam duygusu ön plâna geçer. Yukarda sözünü ettiğim hatıralarında şöyle diyor: “Anamın ailesi asker oluyordu, miralaylar, paşalar, hatta müşirler …Ve en önemlisi şehitler… Annemin babası gencecik bir yüzbaşı iken (93) de, bir Moskof kurşunu ile şehit düşmüştü. Zavallı anacığım, kundakta yetim kalmıştı. Subayla evlenmeyi kurduğum çocuk yaşlarımda-, parıl parıl apolet, şıkır şıkır kılıç kadar, şehit dedemin intikamını Moskof’tan alacak bir Türk zabitine eş olmak hevesi de yer alırdı.” Kader, bu “Türk zabitini”, Edirne’de öğretmenlik yaptığı yıllarda karşısına çıkarır. O zaman Kırklareli’ndeki süvari alayında binbaşı olan rahmetli Aziz Zorlutuna’yla evlenirler (9 Eylül 1926).
Halide Nusret, Aziz Paşa’nın vefatına kadar, tam 45 yıl, mutlu olduğunu sandığım, bir evlilik hayatı sürmüştür. Eşiyle birlikte Anadolu’nun bir çok yerlerini dolaşmış, çeşitli okullarda öğretmenlik yapmış, Türk çocuklarının kalplerine ve kafalarına ışık tutmuştur.
Öğretmenlikle ilgili hatıralarının toplandığı “Benim Küçük Dostlarım” kitabı için, rahmetli Arif Nihat Asya şöyle der : …Onu yalnız bir hatıra değil, aynı zamanda bir meslek kitabı olarak ilgililere tavsiye ederim… Bunun, okul klâsikleri arasına girmesi gereken bir kitap olduğu kanaatindeyim.”
Şairimizin, çocukluk hayatı sarsıcı olaylarla dopdoludur. Bir gazeteci ve hürriyet savaşçısı olan babası Avnullah Kâzımî önce istibdat idaresinin, daha sonra’-1908 yılında “Fedekaran-ı Millet Cemiyeti” adı altında bir siyasi parti kurup muhalefete geçtiği için- sözde hürriyet idaresinin (İttihat ve Terakki’nin) hışmına uğrayıp, ömrünün büyük bir kısmını sürgünde ve zindanda geçirir. Bir süre, siyasetten çekilmeyi kabul edip, Kerkük’e mutasarrıf tayin edilir. Orada çok değerli hizmetler görür. “Bir Devrin Romanı”nda, Halide Nusret’in Kerkük’e ve çocukluk yıllarına ait hatıraları canlı bir şekilde anlatılmaktadır.
Sevinci güller açmış, dertleri kor içimde,
Yurdumun dört bucağı sarmaşıyor içimde.
diyen Şair’in, gezip dolaştığı yurt köşelerinden pek çok renk ve kokuyu şiirlerinde bulabilirsiniz. Bu şiirlerde, Urfa, Suruç Ovası, Birecik, Antep, Bingöl Yaylası, Erzurum, Sarısu, Karaman, Erciyaş, Sarıkamış ve şimdi yurdumuzun dışında kalan Kerkük geçit resmi yapar.
Mehmetçiğe seslenirken, yüreğini koparıp, yiğit askerlerimize uzattığını hissedersiniz.
Köyde düşünceli, cenklerde şensin.
Yerlerde, göklerde, kalpde esensin,
Bir baştan bir başa tarihim sensin!
Ah arslan Mehmedim! Arslan
Mehmedim.
Şairimizin vatan toprağıyla nasıl kaynaşıp , sarmaştığını şu mısralar anlatmaya yeter sanırım :
Allah azîm lûtfudur insanlara toprak
Ak ekmeği berrak suyu doğuran kara toprak.
Mevsimleri besler ve bezer onları bir bir
Can verdiğimiz uğruna beyhude değildir.
İnsanlar onundur , ona bağlanmış ezelden
Ey sevgili toprak önümüz sen, sonumuz sen
Hayran sana, kurban sana canlar,
Sana toprak!
Hür bayrağımın sahibi toprak! Ana toprak!
Şairimiz, Ana Toprak için iki de fidan yetiştirmiştir :
Sendendir, sana döner damarlarımdaki kan
Senin için büyüttüm bağrımda bir çift fidan.
Bu iki fidan, şimdi benim yakınlarım olan, oğlu Ergun Zorlutuna kızı Emine Işınsu’dur. Ergun meslek olarak önce annesi gibi öğretmenliği seçmiş (Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş) sonra idarecilikte karar kılmıştır. Şimdi Devlet Hava Meydanları Genel Müdür Yardımcısıdır. Kendisini yazarlığa adayan Emine Işınsu da annesinin sanatçı ruhu ve kabiliyeti devam ediyor
Mehmet ÇINARLI / TÖRE / Mayıs 1976
İNSANLIK
Soysuz bir iradenin
Kahredici hükmü var omuzlarımda
Kurtuluş yok, çare yok biliyorum
Yılmak da yok, kaçmak da
İğrenç bir toplumun kaypak artıkları
Ve ölü kuvvetleriyle
Kahredercesine direniyorum
Kanlanmış gözlerle sarı benizlerde
Korkunç ışıltılar görüyorum
Ölmek öldürmek kadar şerefli değil
Biliyorum
Vurup yıksam ezecekler
Ben yıkılsam gömecekler.
Selahattin KAMBER
KUŞLAR DA KADERLE UÇAR
Beyaz bir masal başlar yine
Kuşlar resim çizerken gökyüzüne
Işıktan kanatlarının üstünde
Mavi çiçekler açar
Uçuran kimdir böyle sizi
Tüyden bir yapraktır gökyüzü
Adını yazıyorlar Tanrı’m
Uçmayı öğrettiğin kuşlar
Bir çiçekten yağar kar
Ağlayan bir dağın sesidir rüzgar
İnandım büyüklüğüne Tanrı’m
Kuşlar da kaderle uçar
Mustafa Ruhi ŞİRİN
ÇİÇEK AĞIZLI GÜL KUŞU
Uyku siyah bir denizde
Kundak olur balıklara
Kalbini bırakır bülbül
Gülü koruyan oklara
Şarkıların ırmakları
Aşkını sunar ak güle
Altın sevda yaprağında
Bir sıra görünür bülbüle
Her gece gül için okur
Eski Kuşlar Kitabı’nı
Sabah olur niçin anmaz
Bülbülün öksüz adını
Kanatları ay ışığı
Çiçek ağızlı gül kuşu
Unutturur acısını
Gözlerinden damlayan su
Mustafa ruhi ŞİRİN
ERKEKLER DE AĞLAR
Deme anam,
GÜVERCİN
Ya vur öldür, ya öp hayat ver
Yusuf ÖZCAN
abdurrahim karakoç-mihriban şairi-mihriban şiiri-turancılık-milliyetçilik-
“Sılaya dön” diye mektubun geldi;
Sılayı sılada yitirdim anam.
Biten takvimlere sattım gençliği,
Uykuyu rüyada yitirdim anam.
Özü bulmak için indim derine;
Geç değdi ellerim dost ellerine.
Salınca gönlümü mahşer yerine,
Dünyayı dünyada yitirdim anam.
Öteyi ötede, burayı burda,
Güneşin nurunu bir başka nurda,
İsa’yı çarmıhta, Musa’yı Tur’da,
Adem’i Havva’da yitirdim anam.
Kapattım kapımı “of” ile ah’a,
Açtım penceremi sonsuz sabaha…
Ağrımı, sızımı sorma bir daha,
Onları orada yitirdim anam.
Bu hiç, o herşeyden verince müjde,
Silindi hayâller kalmadı gözde.
Aşkım çiçek açtı yandığım közde,
Aklımı, sevdada yitirdim anam.
Ölçtüm ve düşündüm inceden ince;
Sıyrıldı kılıftan “son” ile “önce”
Mânâlar zihnimde şekillenince,
Ben beni aynada yitirdim anam.
Önce kökü dalda, dalı çiçekte;
Çiçeği meyvede, meyveyi renkte;
Var olan herşeyi bir çekirdekte,
Onu da Mevla’da yitirdim anam
function puan(id,puan){ var dosya=”/puan.php?siirid=”+id+’&puan=’+puan; JXG(1,’sonuc’,dosya); }
Abdurrahim Karakoç |
Kerem’den esen sevda yelleri
Hani cennet bağının gülleri
Yar zülfünün dökülen telleri
Nerede eski canan eski haz
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU şiirleri-Bedri Rahmi şiirleri-bedri rahmi şiirleri,ressam şair-memleket edebiyatı-memleket edebiyatçıları-Anadoluculuk-anadolu-Anadolu-çingene-karadut-çatalkara-çatalkaram-çingenem-karadutum-nar tanem nur tanem bir tanem-fatih kısaparmak
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
vee…
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
GÖÇ
Yamacında koşma söylediğimiz dağları
Düşman değil gurbet almış elimizden
Kiminle tutalım halayı, barı
Daracık sokaklar anlamaz halimizden
Yahya Akengin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder