Cover Image

Prens Kalyanamkara ve Papamkara

Ocak 25, 2023 Okuma süresi: 22 dakika

İyi Düşünceli Prens ile Kötü Düşünceli Prens” olarak da bilinen hikâyenin orijinal adı Sanskritçedir.
10. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen eser, 80 sayfalık bir el yazmasıdır.
Uygurlar, Budizm’i 840’tan sonra kabul etmişler ancak dinin yalnızca âdetlerine uyan taraflarını almışlardır. Bunun en önemli nedeni Budizm’in “et yemeyi” ve “savaşmayı” yasak etmesidir.

Yazmanın Bulunuşu

Prens Kalyanamkara ve Papamkara hikâyesi, XI. yüzyıl başlarında Dunhuang’daki bir mağaraya konularak mühürlenmiştir. Bu yazma, mağaranın 1900 yıllarına doğru keşfedilip açılmasıyla ortaya çıkan binlerce el yazmasından biridir.

Konusu

Hikâye, İyi Düşünceli Prens’in yokluk ve acı çeken tüm canlılara yardım etmek için yaptığı uzun bir yolculukta başına gelenleri anlatmaktadır. 

Tüm dertlere çare olacak mücevheri bulmak üzere yola çıkan Prens, birçok macera yaşayıp birçok aşamadan geçtikten sonra Buda katına erişecektir.

Hikaye

Buda der ki: Çok eskiden, binlerce binlerce yıl önce Baranas adlı bir devlet vardı. Baranas ülkesinin mihracesi çok akıllı ve iyi idi. Halkı iyi kanunlarla ve adaletle idare ederdi. Altmış küçük beyliği, sekiz yüz kalesi, beş yüz beyaz fili, yirmi bin karısı vardı. Fakat oğlu yoktu. Bir gün Mihrace halka, dağ, ırmak, göl ve ağaç tanrılarına dua etmelerini ve kurban sunmalarını emretti. On iki yıl sonra mihracenin birinci ve ikinci karısı hamile kaldı. Sonra da birer oğlan doğurdular. Mihrace müneccimleri çağırarak çocuklarının istikbalini sordu ve onlara birer ad vermelerini istedi. 

Müneccimler, çocuklar doğarken görülen alâmetleri sordular. Birinci çocuk doğmadan önce annesinin huyu fenalaşmış, sinirli ve kibirli olmuştu. Doğum sırasında ise huyu güzelleşmişti. Müneccimler bu çocuğa “İyi Düşünceli Prens” adını verdiler. İkinci çocuk doğmadan önce annesinin huyu iyi, sözleri yumuşak idi. Doğum sırasında ise huyu fenalaşmıştı. Müneccimler bu çocuğa “Kötü Düşünceli Prens” adını verdiler. İyi Düşünceli Prens sevimli ve akıllı idi. Babası ve annesi onun üzerine titrerdi; Kötü Düşünceli Prens ise tamamen aksi idi. Anne ve babası onu görmek bile istemezdi.

İyi Düşünceli Prens’in Gerçeklerle Yüzleşmesi

Bir gün İyi Düşünceli Prens atıyla dolaşmaya çıktı. Dolaşırken insanların yoksulluğuna ve çektikleri eziyetlere tanık oldu. Bunlardan başka insanların beslenmek için birçok hayvanı öldürdüğünü, derilerini yüzüp ırmaklar kadar kan akıttıklarını da gördü. Buda adayı Prens gördükleri karşısında son derece üzgün bir hâlde şehre döndü. Mihrace, İyi Düşünceli Prens’i görünce neden üzgün olduğunu sordu. Prens, gördüklerinden bahsedince babası dünya var olduğundan beri yoksulluğun olduğunu ve bunu bitirmenin mümkün olmadığını söyledi. 

Prens, babasının sözüne rağmen hazinenin bir bölümünün muhtaç olanlara dağıtılmasını istedi. Oğlunu çok seven Mihrace, hazinesinden muhtaç olanlara dilediği kadar verdi. Bu iyi şöhret ve ad, dört bir yana yayıldı. Günler geçtikçe dilencilerin ardı arkası kesilmedi. 

Prens daha başka hazineler istedi, babası yine verdi. Günler ve aylar ilerledikçe hazinedeki servet erimeye başladı. Bunun üzerine Hazinedar Başı hükümdara, hazinenin tükenmekte olduğunu söyledi. Hükümdar; “Baba oğlu için kazanır, ne isterse verin” diye emir buyurdu. İyi Prens ne isterse vermeye devam ettiler. Bunu duyan beyler, vezirler hükümdara, “Ülkeyi, töreyi tutan hazinedir; hazine biterse ülke ve töre nasıl muhafaza edilir?” dediler. 

Oğlunun kalbini kırmak istemeyen Hükümdar, oğlunun durumu anlaması için hazinedarların bir süre ortadan kaybolmasını istedi. İnsanlar gelince Prens, hazinedarları bulamadı. Bunun üzerine bizzat kendisinin zengin olması gerektiğine karar vererek ileri gelenlere nasıl zengin olunacağını sordu.

Çok Uzaklardaki Mücevher

Bilge kişiler; tarla ekip biçmek, hayvancılık, ticaret gibi türlü türlü kazanç yollarından bahsettiler. İçlerinden biri de çok uzaklardaki bir mücevherden bahsetti. O mücevher bulunursa yeryüzündeki tüm canlıların arzularının gerçekleşebileceğini söyledi. Bu fikir, Prensin hoşuna gitti ve hemen babasına denize açılmak istediğini söyledi. Han babası, yolculuk sırasında okyanusta yaşanabilecek tehlikelerden bahsederek bu maceradan vazgeçmesini istedi. Bu sözlere rağmen Prens gitmek istedi ama babası müsaade etmedi. Bunun üzerine Prens, yemek yemeyi reddetti. Altı günün sonunda pes eden Hükümdar “Denize açılmak isteyen gemiciler ve kılavuzlar gelsin, Prens’e katılsın ve onu sağ salim getirsinler.” diye ferman çıkardı.

Ferman üzerine beş yüz denizci geldi. Baranas kavmi içinde yüzlerce kez sefere çıkmış iyi ve yiğit bir denizci vardı. Fakat seksen yaşında idi ve gözleri görmüyordu. Beş yüz kişi, bu gözü görmez kılavuza başvurdu. Prens, kılavuzu ve adamları babasına götürdü. Hükümdar, “Biricik, sevgili oğlumu sizlere emanet ediyorum, onu sağ salim geri getirin.” diye buyurdu. Hazırlıklar yapılıp yola çıkılacakken Kötü Prens de babasından izin alıp kardeşine katıldı.

Prens Yola Çıkıyor

Okyanusa varınca yedi gün durup bir gemi yaptırdı. Yedi demir zincir ile gemiyi bağlayıp hareketsiz durdurdu. Yedinci gün şafak sökerken İyi Düşünceli Prens, ulu davullar çaldırıp şöyle ferman buyurdu: “Okyanusa giriyorsunuz; kim ölüm tehlikesinden korkuyorsa önceden yürüyüp gitsin. Ben sizleri zorla götürmüyorum.” Fermanı işitenlerden hiç kimse sesini çıkarmadı. Her gün böyle davul çaldırıp ferman buyurdu; hiç kimseden ses çıkmayınca yedinci gün demir zinciri açtı, demir halatlar yürüdü. 

Prensin talihi ve kısmeti olduğu için kazasız belasız nice gün sonra mücevherli adaya ulaştılar. Yedi gün orada dinlendiler. Yedinci gün harika ve nadide mücevherleri, incileri bitirinceye kadar gemiye yüklediler. Prens şöyle buyurdu: “Şimdi ben bu mücevherlerle gitsem bütün canlılara fazla fayda sağlayamayacağım. Sizler gidiniz; ben de bunların hepsinden daha üstün olan çintemeni mücevherini almaya gideyim ki bütün canlılara eksiksiz, sonuna kadar fayda sağlayabileyim.” 

Sonra kardeşi Kötü Düşünceli Prens’e öğüt vererek ve gemiyi ona emanet ederek geri gönderdi. Prens, ihtiyar kılavuz ile yalnız kaldı. O zaman İyi Düşünceli Prens, ihtiyar kılavuzun kolundan tuttu; yedi gün bellerine ve boğazlarına kadar suda yürüyerek gümüşlü adaya ve dağa ulaştılar. İhtiyarın mecali kalmamış, gücü tükenmişti. Bunun üzerine Prens’e şöyle arzda bulundu: “Oğlum, bundan sonra, doğu tarafında altın dağ var, görünüyor mu, bakın.” dedi. İhtiyar şöyle devam etti: “O altın dağa ulaşırsanız mavi lotus çiçekleri göreceksiniz. O lotusların her birinde birer zehirli yılan var; zehirli solukları uzaktan öyle görünür ki her lotustan duman tüter gibidir. Bu ise çok büyük tehlike demektir. O lotuslar yolunu geçebilirseniz Ejderler Hakanı’nın mücevherli başkentine ulaşırsınız. O şehrin çevresindeki yedi kat hendek içinde hep zehirli ejderhalar ve yılanlar yatmaktadır. Onları geçebilirseniz iç şehre girersiniz; Ejderler Hakanı’nın huzuruna çıkarsınız ve mücevheri bulursunuz. Ben şimdi ölüyorum, siz yalnız kalıyorsunuz. Yüce efendim, korkmayınız, üzülmeyiniz, sağ salim ulaşacaksınız. Buda talihine hangi gün ulaşırsanız beni unutmayınız. Ben iyi ve doğru bir rehberim.”

Ejderler Hakanı ve Prens


Prens şehrin surlarına ulaştı. Kapıda iki temiz kız duruyor, ellerindeki mücevherden ipleri eğiriyorlardı. Prens “Kimsiniz?” diye sordu. Kızlar “Kapı bekçisiyiz” dediler. Sonra Prens şehrin içine girdi. Doğudaki kapıya vardı. Dört güzel kız, beyaz gümüşten ip eğiriyor ve bu kapıyı gözetiyordu. Prens sorunca “Kapıyı koruyan kızlarız.” dediler. Sonra daha içeriye girdi. Sarayın kapısına ulaştı. O kapıda sekiz güzel ve harikulade saf kız, sarı altından ip eğiriyorlardı. Prens güzellikleri karşısında hayran kalıp “Siz Ejderler Hakanı’nın karıları mısınız?” diye sorunca “Biz saray kapısının gözeticileriyiz.” dediler. Sonra Prens içeriye şöyle arzda bulundu: “Baranas ülkesi hükümdarının oğlu İyi Düşünceli Prens gelmiştir ve huzura çıkmak için kapıda beklemektedir.” Kapı gözeticisi kızlar içeri girip arz ettiler.
Ejderler Hakanı “Eğer bu, ulu ve güçlü bir Buda adayı olmasaydı buraya kadar gelemezdi.” diye düşündü ve Prens’i karşıladı; onu mücevherlerle süslü bir taht üzerine oturttu. Prens, Ejderler Hakanı’na tatlı, lâtif din hükümlerini anlattı, sadaka vermenin faydalarını anlattı. Ejderler Hakanı çok sevindi; Prens’e geliş sebebini sordu. Prens, bütün canlılara faydalı olmak üzere çintemeni mücevherini zekât olarak rica etmeye geldiğini söyledi. Ejderler Hakanı, “Yedi gün bize dinî hükümler hakkında bilgi verin, yedinci gün mücevheri alıp gidin.” dedi. 

İyi Düşünceli Prens yedi gün ejderlere hizmet etti. Yedinci gün Narata adlı Ejderler Hanı, kulağındaki çintemeni mücevherini söküp Prens’e verdi; ondan baht diledi: “Eğer Buda talihini bulursanız beni de unutmayınız, sizin talihinizle biz de bu günahkâr bedenden kurtulalım.” dedi.

Kötü Düşünceli Prens’in İhaneti

Ejderler Hakanı, Prens’i deniz kıyısına kadar götürdü. Orada Prens kardeşine kavuştu. Kavuşup öpüştüler, kucaklaştılar, ağlaştılar, feryat ettiler. Sonra memnun olup sevindiler. İyi Prens, kardeşinden, beş yüz adamın ne olduğunu sordu. Kötü Düşünceli Prens, hepsinin talihsiz sular içinde yok olduğunu söyledi. Prens çok üzüldü ve ağladı. “Sen nasıl kurtuldun?” diye sordu. O da bir gemi parçasına tutunarak kurtulduğunu söyledi. Sonra ağabeyinden mücevheri bulup bulmadığını sordu. İyi Düşünceli Prens “Buldum” diye cevap verdi. Daha sonra küçük kardeş ağabeyine “Siz yorgunsunuz, biraz uyuyun, ben mücevheri tutarım.” dedi. O da mücevheri kardeşine verip uyudu. O zaman Kötü Düşünceli Prens’in gönlüne şeytan düşüncesi geldi. “Annem, babam öteden beri beni sevmiyor. Şimdi ağabeyim bu mücevherle giderse mavi göğe yükselecek, ben ise boş yere dolaşmış olacağım. İyisi mi bunun gözlerini oyayım, kendi kendine ölsün” diye düşündü. İki kamışı şiş yapıp ağabeyinin gözlerine saplayarak kaçtı. İyi Düşünceli Prens “Kardeşim, neredesin; hırsızlar gözlerimi oydular.” diye inleyerek, balık gibi debelenerek hıçkıra hıçkıra ağladı. Bir yer-su cini hırsızın kardeşi olduğunu ve kendisini ülkesine ulaştırabileceğini söyledi.
Bu arada Kötü Düşünceli Prens ülkesine varmıştı. Yalnız kendisinin kurtulduğunu babasına arz etti. O zaman han babası bu sözü işitip mavi göğe doğru uludu, feryat etti; yüksek tahtından kendini aşağı attı, şuurunu kaybedip bayıldı. Ölü gibi uzanıp kaldı. Uzun zaman sonra kendine geldi. Sonra Baranas ülkesinin bütün halkı üzüldü ve ağladı. O zaman han babası kötü işli oğlundan şüphelendi. “Sevgili oğlum öldüyse bunun da yüzünü görmeyeyim. Oğlumun haberi, iyi veya kötü, gelinceye kadar zindanda yatsın” diye ferman buyurdu. Elini ayağını bağlayıp zindana attılar. O sırada İyi Düşünceli Prens, kendi talihi ve bahtı olduğu için ve koruyucu meleği sayesinde kayınpederinin toprağına ulaştı. Han babası o hükümdarın kızını İyi Düşünceli Prens’e istemişti, dünür olmuşlardı. Prens şehrin kapısında otururken hükümdarın sığırtmacı (çobanı), beş yüz hayvanı sürüp çıktı. Prens ezilmek üzereydi ki sürünün boğası öne çıkıp Prens’i yere yatırdı ve dört ayağı ile sıkıca yere basıp üzerinde durarak onu korudu. Sürü tamamen geçtikten sonra dili ile yalayıp iki gözünden şişleri alıp bıraktı. Sonra kapı muhafızı onu kaldırıp yolun ötesine oturttu. Sığırtmaç bakıp şöyle dedi: “Siz diğer insanlardan farklı ve asil görünüyorsunuz, nasıl böyle bedbaht ve perişan oldunuz?” Prens şöyle düşündü: Soyumu sopumu belirtip söylersem kardeşim ölür. Sonra, “Doğuştan fakir ve dilenciyim.” dedi. Sığırtmaç Prens’i evine götürdü, ailesine emanet etti. Sığırtmacın ailesi bir ay Prens’e çok iyi baktı. Bir ay sonra sızlanmaya başladılar. Bunun üzerine Prens gitmek istedi. Sığırtmaç kalması için ısrar ettiyse de dinlemedi, bir kopuz (saz) alarak şehrin ortasında kalabalık bir yol ağzına oturdu.

Prens’in Kopuz Çalarak Açları Doyurması


Prens kopuzda çok usta idi. Eliyle kopuz çalarak, ağzıyla şarkı söyleyerek orada oturuyordu. Bütün memleket halkı yığıldı, şarkısına hayran olup acıyarak ve ağlayarak etrafını çevirmiş duruyorlardı. Her gün nefis ve lezzetli yiyecekler ve içecekler getirip ona hizmet ediyorlardı. Ülkede ne kadar zavallı ve sefil dilenci varsa hepsi oraya toplandı. Beş yüz dilenciyi Prens orada besledi, hepsi mesut oldular. O sırada kaynatası olan hükümdarın bahçıvanı Prens’i gördü. “Sarayın bahçesindeki meyveleri kuşlar mahvediyor, bu yüzden devamlı cezaya uğruyorum, bu adam bahçeyi gözetsin.” diye düşündü ve onu alıp götürdü. Prens, etrafındaki beş yüz dilenciye veda etti: “Sizleri bir daha göremem, Buda talihini bulursam hepinizi kurtarırım.” dedi. O zaman bu beş yüz dilenci bu sözü işitip uludular, feryat ettiler. Buzağısını indirmiş inek gibi uluyarak şöyle yalvardılar: “Öksüzlerin anası, babasızların babası siz oldunuz; şimdi bizi zavallı ve perişan bir vaziyette bırakıp nereye gidiyorsunuz?” O zaman Prens şöyle buyurdu: “Bu yeryüzünün töresi böyledir. Sevgili ayrılır, seven sabreder.” dedi. 

Hükümdar Kızının Prens’e Aşık Olması

Sonra Prens o bahçıvan ile gitti. Bahçeye vardıkları zaman bahçıvana şöyle dedi: “Gereken meyve ağaçlarının üzerine birer çıngırak asın; seksen ip bağlayın, bütün iplerin uçlarını beraberce bağlayıp benim elime verin. Kuş kuzgun konunca ipi çekerim, ağaç sallanır, kuşlar konmaz, meyveleriniz çürümez.” dedi.
Prens bir yandan ipi çekerek kuşları ürkütmeye, bir yandan kopuz çalmaya devam etti. Hükümdarın kızı bahçede dolaşırken Prens’i gördü ve ona âşık oldu. Babasına bu kör dilenciyle evlenmek istediğini söyledi. Hükümdar razı olmadıysa da kız ısrar etti. Bunun üzerine kör Prens’i saraya getirdiler. Kız, Prens’in yanından hiç ayrılmadı. Bir gün kız, kocasının yanından ayrıldı; bir müddet sonra döndü. Prens, “Niçin haber vermeden çıktınız, neredeydiniz?” diye sordu. Kız da saklayacak hiçbir şeyi olmadığını söyledi. Prens “O hâlde neredeydiniz?” diye ısrar edince kız şöyle dedi: “Eğer yanıldımsa gözünüz hiç iyileşmesin; fakat günahım yoksa bir gözünüz aydınlansın, gün görün.” Bunun üzerine Prens’in bir gözü açıldı. Kız, “Şimdi inandınız mı?” diye sordu. Prens “inandım” dedi. Bunun üzerine kız, “Siz ne kadar nankör bir insanmışsınız, ben bir han kızı olarak size hiç yüksünmeden hizmet ettim fakat siz yalancı diyerek bana inanmadınız.” dedi. Prens dayanamayarak kendisinin de Baranas hükümdarının oğlu olduğunu söyledi. Kız, “Siz ne kadar aptalmışsınız, böyle sözler ağzınızdan nasıl çıkar? Baranas hükümdarının oğlu denizde kayboldu, siz nasıl o benim dersiniz?” diyerek Prens’i yine itham etti. Prens, “Ben doğduğumdan beri hiç yalan söylemedim.” diye cevap verdi. Kız: “Sizin yalan mı doğru mu söylediğinizi kim bilecek? Size hiç inanmıyorum.” dedi. Prens de “Yalan söylüyorsam gözlerim asla iyileşmesin; doğru söylüyorsam gözlerim eski hâline dönsün” dedi. Bunun üzerine Prens iyileşti. Kız durumu babasına anlattı. O da Prens’i görünce hayretler içinde kaldı.

Yabani Kazın Prens’i Bulması


Baranas hükümdarının sarayında yabani bir kaz vardı. Bir gün hükümdarın karısı kaza “Siz hep Prens ile beraber bulunurdunuz; şimdi öldü mü, kaldı mı belli değil, onu hiç düşünmüyor musunuz?” dedi. Kaz da “Müsaade ederseniz onu arayayım” diye cevap verdi. Hükümdarın karısı, boynuna bir mektup bağlayarak kazı gönderdi ve ondan haber beklemeye başladı. 

Kaz denizler üstünde uçtu, her yanı aradı, bir şey bulamadı. Sonunla Li-şe-pa ülkesinden geçerken sarayın önünde Prens’i gördü ve yanına geldi. Prens mektubu okudu. Kendisi de başından geçenleri yazarak kazın boynuna bağladı. Baranas hükümdarı ve karısı mektubu alıp Prens’in hayatta olduğunu öğrenince çok sevindiler. Bütün fenalıklara sebep olan Kötü Düşünceli Prens’i kelepçeye vurarak hapsettiler. Li-şe-pa hükümdarına bir mektup yazarak niçin oğlunu alıkoyup kendilerini üzdüğünü sordular. Li-şe-pa hükümdarı korktu, hemen kızını nişanladı ve İyi Düşünceli Prens’i törenlerle ülkesine yolladı.

İyi Düşünceli Prens’in Dönüşü


Annesi, babası ve bütün Baranas halkı Prens’i büyük törenlerle ve sevinçle karşıladı. Mihrace ve karısı süslü bir file binmişti. Çalgıcılar saz çalıyor, şarkıcılar şarkı söylüyordu. İyi Düşünceli Prens kardeşini sordu; hapiste cezasını çekiyor, dediler. Onu görmek istedi. Kardeşinin zincirlerini çözerek mücevherin nerede olduğunu sordu. Kötü Düşünceli Prens, üç defa tekrarlanan soruya üç defasında da “Herhangi bir yerde!” cevabını verdi. İyi Düşünceli Prens babasının ve annesinin yanına gelerek “Eğer bu mücevher insanı arzusuna hakikaten kavuşturuyorsa annemin ve babamın gözleri açılsın.” dedi. Annesinin ve babasının gözleri açıldı. Ayın on beşinci günü sabahleyin Prens, yıkanarak ve güzel elbiseler giyerek yüksek bir kuleye çıktı. Elinde bir buhurdan tutuyordu. “Bütün canlılara iyilik etmek için kıymetli mücevheri tedarik etmek üzere büyük zahmetlere katlandım.” dedi. Tam bu sırada doğudan bir rüzgâr koptu, her taraf temizlendi. Gökten güzel elbiseler, inciler, altınlar, gümüşler, canlılara gereken her şey yağmaya başladı.
Bunun üzerine Buda, Ananda’ya şöyle dedi: “Bundan böyle büyük Baranas hükümdarı, benim babam Çudodana’dır. Karısı da benim annemdir. Kötü Düşünceli Prens bundan böyle Devadatta’dır. İyi Düşünceli Prens de bugünden sonra benden başkası değildir.


Notlar


İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATI GENEL KONULARI

Ocak 10, 2010 Okuma süresi: 18 dakika
SÖZLÜ EDEBİYAT DÖNEMİ
Türklerin henüz yazılı edebiyattan önce kullandıkları edebiyattır. Bu dönem edebi ürünler sözlü olup kulaktan kulağa yayılarak gelişmiştir. Bu dönemde sosyal zihniyet unsurları olan Şamanizm, Maniheizm, Budizm gibi dinler edebiyatımızı etkilemiştir.

İslam öncesi edebiyatımız, M.Ö. 4000’li yıllardan başlayarak Türklerin İslamı kabul ettiği XI. yüzyıl ortalarına kadar sürer. Bu uzun dönemin Köktürkler’e ait yazılı anıtların ortaya konduğu M.S. VI. yüzyıla kadar olan bölümü sözlü edebiyat dönemi olarak adlandırılır.

Bilindiği gibi söz yazıdan öncedir. Böyle olunca da yazılı edebiyat ürünlerinden önce, sözlü edebiyat ürünlerinin oluştuğu ortadadır. Bütün ulusların edebiyatında olduğu gibi Türklerin edebiyatında da sözlü edebiyatın doğuşu dinsel temellere dayanır. Sözlü edebiyat ürünleri, daha yazının bulunmadığı dönemlerde, dinsel törenlerde üretilmeye başlanmış, kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılmıştır.

Edebiyat türleri içinde ilk doğan tür olan şiir, sözlü edebiyatın anlatımında önemli bir rol oynar. İslamiyet öncesi Türk edebiyatında da şiirin önemli bir yeri vardır.

Sözlü Dönemin Özellikleri
1. “Kopuz” adı verilen sazla dile getirilmiştir.
2. Ölçü olarak ulusal ölçümüz olan “hece ölçüsü” kullanılmıştır.
3. Nazım birimi “dörtlük”tür.
4. Dönemine göre arı bir dili vardır.
5. Dizelere genel olarak yarım uyak hakimdir.
6. Daha çok doğa,aşk ve ölüm konuları işlenmiştir.
7. Bu döneme yönelik elimizdeki en eski kaynak Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eseridir.

Sözlü Dönemin Ürünleri
1. Koşuk: Sığır denilen sürek avlarında söylenen şirlerdir.Konusu daha çok doğa,aşk,şavaş ve yiğitliktir.Bu tür daha sonra halk edebiyatında koşma adıyla anılmıştır.
2. Sav: Dönemin özlü sözleridir.Bugünkü atasözlerinin ilk biçimi niteliğindedir.
3. Sagu: “Yuğ” adı verilen ölüm törenlerinde ölen kişinin erdemlerini ve onun ölümünden duyulan hüznü dile getiren şiirlerdir.
4. Destan: Toplumu derinden etkileyen olaylar sonucunda halk arasında kendiliğinden oluşan uzun nazım türüdür.

Eski Türk Şiiri
İslamiyet öncesi Türk şiiri hece ölçüsüyle yazılmıştır. Yedili, sekizli, onikili ölçülere çok rastlanır. Kafiye önemlidir, dize başlarında da kafiye yapılır. Nazım birimi dörtlüktür. İslamiyet öncesi Türk şiirinin dili Öz Türkçedir. Şiirler, Türklerin o çağdaki dünya görüşlerini, yaşantılarını, duygularını, düşüncelerini doğal bir dille anlatırlar. Şiirlerde doğa, aşk, kahramanlık, cesaret, binicilik, at sevgisi, askerlik, ölüm en çok işlenen konulardır.

Çin kaynaklarında M.Ö. II. yüzyıla ait eski Türk şiir çevirilerine rastlanmaktadır.

İlk Türk Şairleri
İslamiyet öncesindeki Türklerde şairlere baksı, kam, ozan gibi adlar verilirdi. Kaşgarlı Mahmud’un Divânü Lûgati’t Türk adlı eserinde ve Turfan kazılarında ele geçirilen metinlerde adlarına ve şiirlerine rastlanan ilk Türk şairleri AprınçurTigin, Çuçu, Ki-ki, Kül Tarkan, Asıg Tutung, Pratyaya Şiri, Kalun Kayşı, Çisuya Tutung’dur.

İlk Türk Şiiri
İslamiyet öncesi Türk şiirinin, şairi bilinen ilk örneklerini Uygurlar’da bulmaktayız. Aprın Çor Tigin’in yazdığı “Bir Aşk Şiiri” adlı ilk Türk şiirinin son parçasının aslı ve çevirisi şöyledir:

Eski Türkçe İle
Türkiye Türkçesi İle
Yaruk tengriler yarlıkazun
Yavaşım birle
Yakışıpan adrılmalım
Küçlüg biriştiler küç birzün
Közi karam birle
Külüşügin oluralım. Nurlu tanrılar buyursun
Yumuşak huylum ile
Birleşip bir daha ayrılmayalım
Güçlü peygamberler güç versin
Kara gözlüm ile
Gülüşerek yaşayalım.

Destan (Epope)
Destanlar ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuş olağanüstü olaylarla, doğaüstü kahramanlarla ve kahramanlıklarla yüklü, öyküleyici özellikler taşıyan uzun şiirlerdir. Destanlar, eski çağlarda ezgiye eşlik etmeye en uygun biçimde, çoğunlukla nazımla düzenlenmiştir. Epik şiirin en güzel örnekleri olan destanlarda olağanüstü olayların, doğaüstü kahramanların, tanrıların savaşlarının yanı sıra; eski çağ insanlarının inanışları, yaratılış ve varoluş konusundaki düşünceleri; ulusların özlemleri ve düşleri de dile getirilir. Destanlar insanların olayları dinleme ve anlatma gereksiniminden dolayı kuşaktan kuşağa yayılmıştır.

Destanların Doğuşu
İnsanlar ilk çağlarda toplum ve doğa olaylarını anlamakta güçlük çektiler. Her olay onlara önce Tanrıyı düşündürdü: Gök gürlemesi Tanrının hiddetiydi. Yıldırımlar, kasırgalar, susuzluklar Tanrının insanlara verdiği cezalardı. İnsanlar her doğa olayını korkuyla karışık bir hayranlıkla izledi.

Zengin bir hayal dünyası olan ilk insanlar, önemli gördükleri her olayı, olağanüstü olay ve hayallerle süsleyerek birbirlerine anlattılar. Yeni olaylarla zenginleşen destanlar, halk arasında yayılarak ortak bir eser haline geldi. Destanları anlatan her yeni ağız destanlara yalnız bir olay değil, dil ve söyleyiş güzelliği de kattı. Destanlar, başlangıçta manzum oldukları, ezgiyle söylendikleri için halk dilinde uzun süre yaşayabildi.

Atilla Özkırımlı’nın (1995) Tarih İçinde Türk Edebiyatı adlı yapıtında da belirttiği gibi: “Denilebilir ki, doğayla savaşımın ve toplum biçiminin, yine toplumun ortak düş gücüyle insanın zihninde sanatsal bir biçimde yoğrulması destanları doğurmuş; insanlar toplumun oluşumuna, doğanın gizlerine destan kahramanlarının serüvenleriyle yanıt vermişlerdir.”

Destanlar, birçok doğa olayının çözüme ulaştığı dönemlerde bile yer yer önemini koruyarak köklü bir destan geleneğinin oluşmasını sağlamıştır. Zamanla, destan gelenekleri zenginleşen ulusların, destan şairleri yetişmiştir.

Sözlü dönem destanlarının özellikleri
1. Toplumun ortak görüşleri yansıtılmıştır.
2. Olağanüstü özellikler bulunmaktadır.
3. Önemli kişiler han, kral gibi seçkin kişilerden veya toplumun kabullendiği bir kahramandan ibarettir.
4. Söyleyiş milli dil tarzındadır.
5. Oldukça uzun yazılardır.
6. Milli nazım ölçüsü kullanılmıştır.
7. Konuları bakımından savaş,deprem,yangın,mizah,ünlü kişilerin yaşamları şeklinde gruplandırma yapmak mümkündür.

Türk Destanları
Bir ulusun destan sahibi olabilmesi için:

. O ulusun halkının hayal gücünün en eski çağlarda bile, efsaneler, destanlaryaratmaya elverişli olması,
. O ulusun tarihinde unutulmaz doğa olayları, büyük savaşlar, güçler, baskınlar, değişik coğrafi çevrelere dağılmalar gibi halkının gönlünde ve kafasında nesiller boyu yaşayacak önemli olayların yaşanmış olması gerekir.

Destanların oluşumu için gerekli olan bu şartlar, Türk tarihinde fazlasıyla görülür. Seyit Kemal Karaalioğlu Türk Edebiyat Tarihi adlı yapıtında: “Türk tarihine, Türk destanları ile girebiliriz, Türk tarihinin kökenine ilk Türk destanları ile inebiliriz” derken, Türk tarihinin destanlarla, destanlaşmış kahramanlarla dolu olduğunu da vurgular. Ne yazık ki, Türk destanlarının asıl metinleri elimizde değildir. Çok zengin olduğu bilinen Türk destanları ile ilgili bilgiler Arap, İran ve Çin kaynaklarından elde edilmektedir.

Türk destanlarının bir kısmı Türk ve yabancı araştırmacılar tarafından halk ağzından derlenmiştir. Bir kısmına Arap, İran ve Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Bir kısmına Batılı kaynaklarda rastlanırken bir kısmı da Türk aydın ve yazarları tarafından çeşitli dönemlerde, çeşitli nedenlerle, çeşitli dil ve yazılarla kaleme alınmıştır.

Destanlarımızın büyük bir kısmı yazıya oldukça geç geçirilmiş, sözlü edebiyattaki şekliyle de tamamen yazıya aktarılamamışlardır. Ancak yüzyıllar içinde yaşayıp yeni olaylarla zenginleşmiş Türkün duygu, düşünce ve anılarıyla değer kazanmışlardır. Araştırmacılar Eski İran ve Yunan destanları ile Türk destanları arasındaki benzerliklere dikkat çekerler. Destan devri yaşayan uluslar arasındaki bu tür alışverişler doğaldır.

Destan Kültürünün Önemi
Destanlar; tarih, düşünce ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Tarihi aydınlatır, düşünce ve sanata kaynak oluştururlar. Bilimsel tarih araştırmaları yanında, tarihi olaylar karşısında halkın duygu ve düşüncelerini yansıtırlar. Nihat Sami Banarlı’nın (1971) Resimli Türk Edebiyatı adlı yapıtında da belirttiği gibi: “Destanlar halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir.” Destan kahramanlarının doğaüstü özellikler göstermesi, olayların olağanüstülüklerle anlatılması destanların gerçeklerden uzak olduğunu göstermez. Destanlar, anlatımlarındaki olağanüstü özellikler ayıklandığında ulusların tarihini aydınlatan en önemli kaynaklardır.

Yüzyıllar boyunca Türklerin duyuş, düşünüş, inanış ve hayallerini; güzel sanatlarını; aşk, aile, vatan, ulus ve devlet anlayışlarını Türk destanlarında görebiliriz.

Sav
Sav, İslamiyet öncesi Türk edebiyatında atasözünün karşılığıdır. Bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü, en az sözcükle kısaca anlatan kalıplardır. Biçim olarak bir düz yazı tümcesi veya bir şiir dizesi gibi olabilirler. İslamiyet öncesi Türk edebiyatına ait savların kimileri küçük ses değişiklikleriyle, Türkçede bugün de yaşamaktadır.

Eski Türkçe İle
Türkiye Türkçesi İle

1. Aç ne yimes, tok ne times.
2. Alın arslan tutar, küçin sıçgan tutmas.
3. Bir karga birle kış kelmes.
4. Böri koşnısın yimes.
5. Ermegüke bulıt yük bolır.
6. Efdeki buzagı öküz bolmas.
7. İt ısırmaz, at tepmes time.
8. Tag taga kavuşmas, kiş kişike kavuşur.
9. Yılan kendi egrisin bilmes, tefi boynın eğri tir.
10. Kanıg kan bile yumas. 1. Aç ne yemez, tok ne demez.
2. Al (Hile) ile aslan tutulur, güç ile sıçan tutulmaz.
3. Bir karga ile kış gelmez.
4. Kurt komşusunu yemez.
5. Tembele bulut yük olur.
6. Evdeki buzağı öküz olmaz.
7. İt ısırmaz, at tepmez deme.
8. Dağ dağa kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur.
9. Yılan kendi eğrisini bilmez, deve boynun eğri der.
10. Kanı kanla yıkamazlar

İslamiyet öncesi Türk edebiyatına ait en güzel savları XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Divânü Lûgati’t Türk adlı eserde görüyoruz.

Sagu
Sagular da savlar gibi eski Türklerin yaşam biçimlerinden doğan sözlü ürünlerdir. Eski Türklerde sevilen, sayılan bir kişinin ölümünden sonra düzenlenen cenaze törenine “yuğ töreni”, bu törenlerde söylenen şiirlere “sagu” adı verilirdi (IV. Üniteye bakınız). Ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan, ölümünden doğan acıyı dile getiren bu şiirler bir tür ağıttır. Destan özelliği de gösteren sagularda geniş doğa tasvirlerine rastlanır.

Aşağıda Alp Er Tunga’nın ölümü üzerine duyulan acıyı dile getiren “Alp Er Tunga Sagusu”nu okuyacaksınız. Alp Er Tunga Sagusu XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından halk ağzından derlenmiştir.

(Alp Er Tonga Sagusu)

Karahanlı Türkçesiyle
Türkiye Türkçesiyle

Alp Er Tonga öldi mü
İsiz ajun kaldı mu
Ödlek öçin aldı mu
Emdi yürek yırtılur Alp Er Tonga öldü mü,
Kötü dünya kaldı mı,
Zaman öcün aldı mı
Artık yürek yırtılır.
Ödlek yarag közetti
Ogrı tuzak uzattı
Begler begin azıttı
Kaçsa kah kurtulur Felek fırsat gözetti,
Gizli tuzak uzattı,
Beyler beyin şaşırttı;
Kaçsa nasıl kurtulur?
Ulşıp eren börleyü
Yırtıp yaka urlayu
Sıkrıp üni yurlayu
Sıgtap közi örtülür Uludu erler kurtça,
Bağırıp yırttılar yaka,
Çığırdılar ıslıkla,
Yaştan gözler örtülür.
Ödlek arıg kevredi
Yunçıg yavuz tavradı
Erdem yeme savradı
Ajun begi çertilür Zamane hep bozuldu,
Zayıf tembel güçlendi,
Erdem yine azaldı,
Acun beyi yok olur.
Bilge bögü yunçıdı
Ajun atı yençidi
Erdem eti tmçıdı
Yerge tegip sürtülür Bilge bilgin yoksul oldu,
Acun atı azgın oldu,
Erdem eti çürük oldu,
Yere değip sürtülür.

Koşuk
Eski Türkler totemlerinin etini yemezlerdi. Yılda bir kez, belli dönemlerde, “sığır töreni” adı verilen kutsal av törenlerinde onu kurban ederek yerlerdi. “Şölen” adı verilen bu toplu ziyafetlerde ve yengi ile biten savaşlar sonunda, tüm boyların erkekleri biraraya gelerek eğlenirdi. Bu eğlencelerde söylenen çoklukla aşk, doğa ve yiğitlik konularını işleyen şiirlere “koşuk” adı verilir. Genellikle kendi başına bütünlüğü olan dört dizeli bentlerden oluşan koşuklar manilere ve koşmalara kaynak olmuştur.

Eski Türkçe İle
Türkiye Türkçesi İle

Öpkem kelip ogradım
Arslanlayu kökredim
Alplar başın togradım
Emdi meni kim tutar Öfkelenip dışarı çıktım
Arslan gibi kükredim
Yiğitler başını doğradım
Şimdi beni kim tutabilir.
Kanı akıp yoşuldu
Kabı kamug deşildi
Ölüg birle koşuldu
Togmuş küni uş batar Kanı akıp boşandı
Derisi baştan başa deşildi
Ölülerle bir oldu
Doğan güneş işte batıyor
Kaklar kamug kölerdi
Taglar başı ilerdi
Ajun tını yılırdı
Tütü çeçek çerkeşür Kuru yerler hep gülerdi
Dağbaşları göründü
Dünyanın soluğu ılındı
Türlü çiçekler sıralandı
Etil suwı aka turur
Kaya tübi kaka turur
Balık telim baka turur
Kölün takı küşerür İtil suyu akar durur
Kaya dibini oyar durur
Bütün balıklar baka durur
Gölü bile taşırırlar

İslamiyet öncesi Türk edebiyatının sözlü ürünleri olan destanların, savların, saguların ve koşukların kimileri zaman içinde yitip gitmiştir. Bu ürünler kuşkusuz eski çağlarda Türkler arasında toplumsal bilinci yaratan ve birliği, beraberliği, barışı sağlayan en önemli etmenlerdi.

Eski Türklerde kam, kaman, baksı, şaman yerini tutan ozanlar; raks ve müzik ustalıkları gibi büyücü ve doktor görevini de üstlenmişlerdir. Törenlerde raks ederken sazlarıyla da destan parçaları, sav, sagu, koşuk okuyarak kötü ruhları da büyüleriyle engellemeye çalışır, hastaları sağaltma(tedavi) görevi de üstlenirlerdi.

Sözlü Edebiyat Dönemi Özet
Bütün uluslarda olduğu gibi Türklerde de yazı kullanılmadan önce “sözlü” bir edebiyat vardı. Sözlü edebiyatta şiir önemli bir yer tutar. Eski çağlarda doğa olaylarının, savaşların, kahramanların anlatıldığı kuşaktan kuşağa geçerek şairlerin dilinde epik şiirin en güzel örneklerini oluşturdu. Çoğunlukla toplumun kurtarıcısı ve öncüsü sayılan kişileri yücelten kutsallaştıran bu öykü şiirlere “destan” adı verilir.

Eski Türklerde bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü kısaca anlatan sözlere “sav” adı verilir. Savlar bugünkü atasözlerinin temelidir. “Yuğ töreni” eski Türklerde sevilen, sayılan kişiler için düzenlenen cenaze törenlerine verilen addır. Bu törenlerde ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler söylenirdi. Bir tür ağıt olan bu şiirlere eski Türkler “sagu” adını verirlerdi.

Eski Türklerde birlik ve beraberliği sağlamak çok önemlidir. Şölenlerde, toylarda, üstünlükle biten savaş sonlarında halkı heyecana getirmek için okunan şiirlere “koşuk” adı verilir. Çok zengin olduğu bilinen Türk destanlarıyla ilgili bilgiler Arap, Fars ve Çin kaynaklarından elde edilmektedir. Halk ağzından derlenen birbirinden güzel sav, sagu ve koşuklar ise XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânü Lûgati’t Türk adlı yapıtta görülmektedir.


Hakkında

Bu kısım siten hakkında bilgi verir. Burayı değiştirmek ve düzenlemek için admin->eklentiler->tanımı düzenle

Etiketler