
Deme anam Ağlama deme!
Kızma hâlime
Kim demiş erkekler ağlamaz
Ya öksüz kalmış hilâlime
Eller mi ağlayacak?
Selahattin BOZDOĞAN
EĞİTİMDE ETİK DEGERLER ÇALIŞMASI AYLIK FAALİYET RAPORU
Mehmet Turan Mustafa Tekmek
Şimdi gözlerimizi kapatarak doğayı duyumsamaya çalışalım. Dinleyin doğayı… Gözleriniz kapalı… Şimdi, dağların yamaçlarından serin rüzgarlar esiyordur; Birazdan hışırtısını duyacağız. Arılar, çiçeklerden bal topluyordur; şimdi vızıltıları kulaklarımıza gelecek… Kuzular, oğlaklar meleşiyordur… Seslerini duymaya çalışın… Şimdi duyacağız doğanın seslerini… Şimdi… Ama… Ama bu sesler, korna ve egzoz seslerini andırıyor. Bu koku, bu duman… Öhhö öhhö öhhö… Ayy boğulacağım sanki…
Ya arkadaşlar kusura bakmayın, insanlar doğayı ele geçirip katletmişler… Benim size anlattığım doğa parçası yağlı boya resimlerde kalmış… Ne dağ meltemleri esiyor şimdi, ne de arılar çiçeklerle dans ediyor.Maalesef, hepsi yalan olmuş. Çok mahcup oldum… Size karşı değil, gelecek nesillere karşı… Ne diyeceğiz onlara, nasıl hesap vereceğiz???
Görüyorsunuz ki insan maalesef doğanın hakimi olmuş. Maalesef diyorum çünkü biz bu durumu onaylamıyoruz.Keşke siz haklı olsaydınız da doğa insanlara hakim olsaydı; ama üzülerek söylüyorum ki insanlar doğayı iki paralık menfaatleri uğruna ele geçirdiler. Sonuç mu??? İşte sonuç:
Kanada’da fok balığı katliamı
Zalim insanlar para uğruna doğal hayata müdahale ediyor ve zavallı fok balıklarını başlarına sopalarla vura vura öldürüyorlar.Derileri delinirse para etmiyormuş çünkü. Demekki insan doğanın hakimiymiş arkadaşlar.
Afrika’da fil katliamı
Bir filin dişleri 2000 dolara satılıyor..Afrika’da dişleri için fil katliamı yapıldığını biliyor muydunuz??? Hadi gözümüz aydın, bu hızla gidersek 2020 yılında çocuklarımıza gösterecek bir tane filimiz bile kalmayacak… Tabi insan doğaya hükmettiği için…Maalesef.
Bu resimdeki ise 1920’li yıllarda nesli tükenen Tazmanya canavarı. Ne o şaşırdınız mı??? Tazmanya canavarını duyunca aklınıza çizgi filmi geliyordur.Ne çocukça…Halbuki doğaya hükmeden insan, bu canlının da soyunu tüketti. Artık Tazmanya canavarının çizgi filmiyle yetinmek zorundasınız.
Arkadaşlar, farkında mısınız, göller kuruyor. Çölleşmeler başlıyor.Ağaçlar kesiliyor, ormanlar yakılıyor.Fabrika bacaları zehirlerini göğe savuruyorlar.Dünyada hergün 8 milyon ton çöp üretiliyor ve bu çöpler kırsal alanlara bırakılıyor.Zavallı doğanın bunda ne kusuru var?
İnsanlar iklimleri bozdular. Dünyanın en büyük gölü olan Baykal gölü kuruduğu için Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri “Ban Ki Mun” insanlığı çölleşme tehlikesine karşı uyardı. Yağmur yağmıyor.İnsanlar yine doğaya hükmetme gayreti içinde, yağmur bombasını icad etti.Fakat Adana Ziraat Odası Başkanı Ayhan İşcan Yağmur bombasının sağlığımızı tehdit ettiğini vurguladı.
Pazara gidiyoruz,hormonlu domatesler tezgahları kaplamış. Sonra da diyoruz ki kanser hastalığında ciddi artış var.Tabi var arkadaşlar, biz de kabul ediyoruz. Bunda en büyük suçlu kim dersiniz??? Kimbilir belki de hain domatesler kendi kendilerine hormon vermişlerdir…
GDO’lar yani genetiği değiştirilmiş organizmalar kimin eseri acaba??? Belki insanların bunda hiç bir kusuru yoktur; belki bitkiler evrim geçirmeye devam ediyorlardı. “Haydi genetiğimizi değiştirelim” deyip toplu eylem yapıyorlardır, değil mi???
Bu arada moda ve kozmetik sanayimiz de boş durmuyor, Salyangoz kabuğundan güzellik kremi, timsah derisinden çanta, leopar derisinden kürk manto, misk ceylanından parfüm üretiyoruz.Ama güzelleşmek uğruna neleri tükettiğimizi görmüyoruz.
Maalesef arkadaşlar insan doğaya hakim.21. yüzyılda uzayı bile kirletmiş durumdayız, siz hala doğanın duruma hakim olduğunu iddia ediyorsunuz. Şu anda Dünya’nın yörüngesinde dönmekte olan 50 bin ton uzay çöpü olduğunu NASA kaynakları açıkladı.İnsan elini değdiği her yere felaket taşırken siz hala doğanın duruma hakim olduğununasıl iddia ediyorsunuz?
Arkadaşlar, eğer Allah Dünyayı insanlara değil de hayvanlara emanet etseydi inanın ki doğa her şeye hakim olabilirdi.Ama daha çok kazanmak isteyen insanoğlu dünyaya hükmederken doğanın düzenini alt üst etmekten çekinmemiştir. Sigara, alkol ve uyuşturucuyla kendini zehirlemekten dahi kaçınmayan insan doğaya hakim olmak uğruna yaşadığı çevreyi de katletmekten kaçınmamıştır.
Çocukluğumun esrarlı hazinelerinden biriydi kına gecelerinde doyasıya içtiğim gül şerbetleri. Şehre yakın olmakla beraber, köylerden aldığı göçlerle sonradan kurulmuş olmanın sosyal görüngülerini fazlaca üzerinde taşıyan mahallemizde, kına gecelerinin vaz geçilmezi olan şerbet geleneği, taşralı olmanın da bir alâmetifarikasıydı adeta.
Düz, desensiz, alüminyum tepsiler içinde, yan yana dizilmiş uzun, ince, sade ve yuvarlak cam bardaklarda pembe –gül pembesi- renkleriyle misafirlere biteviye ikram edilen gül şerbetinin tok, tıknaz tadı dimağınızda önce “ Hayır, bir daha içemem.” dedirten bir izlenim bırakır; sonra neden olur, nasıl olur bilemezsiniz, birden ikinci bardağını içerken bulursunuz kendinizi gül şerbetinin…
Kızılçakır, Sarıoğlan, Dedemler, Hisarlık gibi Torosların kuzey köylerinden aldığı göçlerle kurulmuş olan Karaaslan Mahallesi, kozmopolit yapısına rağmen, mahalle sakinleri dağlılık ortak paydasında birleşirlerdi. Çarşıda pazarda görseniz bir dağlıyı, ovalıdan kolayca ayırabilirdiniz; Çünkü dağlıların giyim-kuşam zevkleri Konya ovasının desenlerini değil, arka Torosların Akdenizlilik alametlerini taşırdı.
Emrullah ve eşi Güldene, bir dağ köyü olan Asarlık’tan gelip mahalleye yerleşenlerdendi. Köylerinin adı Hisarlık olmasına rağmen halk arasında “Asarlık” olarak ünlenmişti. Geçmişin o döneminde Karaaslan’daki yegâne iki katlı betonarme ev onlara aitti. Emrullah ve eşi Güldene, Almanya’da çalışır, yazları tatillerini geçirmek üzere mahallemize gelirlerdi. O ne geliş… Memlekete dönen her Almancı gibi, konu komşuya, hısım akrabaya çaylar, kahveler, gömlekler, pantolonlar, traş makineleri hediye ederlerdi.Yine mahallemizi abad ettikleri bir zamandı.Kızları Müslime’nin kınası yapılacaktı. Bu mahallede kına geceleri kız evinde yapılır. “Okuntu” adı verilen basmadan, kadifeden, pazenden kumaşlar, düğün davetiyesi olarak tüm komşulara dağıtılır. Evinde bulunamayan komşuların okuntuları bir tanıdığa bırakılırdı. Okuntusunu alan mahalleli gayet memnundur; Yüzlerindeki kirli sırıtışın altındaki ifade, kendine verilen kumaşın, komşusununkinden daha kaliteli olduğu fikridir.
Allı, yeşilli, pembeli, mavili kadifeler içindeki “dağlı” karıları, akşama doğru düğün evine sökün etmeye başlamışlardır. Güldene, konuklarını o eşsiz gülümsemesiyle kabul etmektedir. Bir dağlı karısından beklenmeyecek kadar beyaz tenli olan Güldene, orta boy, balıketi endamında, güler yüzlü, hoş bir kadındır. Torosların karları kadar beyaz ve yuvarlak yüzünün en belirgin özelliği, sağ yanağındaki irice bir benin uzun kaşlarıyla sağladığı siyah, simsiyah uyumdur.
İki katlı betonarme ev doldukça Güldene’nin telaşı da artmaktadır. Gelen konukların yaşına ve durumuna göre yeni odalar açılmakta, konukların altına rahat oturmaları için yeni kumaş yüzler giydirilmiş sünger minderler sürülmektedir. Şarklı kültürüyle donatılmış evin odalarında koltuk, kanepe aramak beyhude bir uğraştır, zira her oda ,kendi yalınlığı içinde, kabaca sıvanmış duvarlarına yaslanan duvar yastıkları ve konukların beğenisine mazhar olmuş Sille halılarından başka bir enstrümana sahip değildir.
Evin düz ve geniş odaları yavaş yavaş kadınlarla dolmaktadır. Çocuklar, daha çok kapı önünde ve bahçede örelenmişler; ikramları kaçırmamak için pusuda beklemektedir. Akşam olmuş, yıldızlar, ağustos böceklerinin davetini kırmayarak henüz arzı endam etmiştir. Kalabalıktan sıkılan çocuklar, elleri kına kokuşlu, kadife şalvarlı analarının eteklerinden çekiştirip sızlandıkça, ne iş yaptıkları, nereye seğirttikleri belli olmayan analarının, ellerinin tersini çocuklarının ağzına vurur gibi dokundurmasıyla “Susuvir gayri, bak şimdi lokumlu püsküğüt gelecek.” demeleri bir olur. Zavallı çocuklar yeşile çalan sümüklerini içlerine çeke çeke susarlar.
O sırada mahallenin hoca hanımı buyur edildiği yerde yeteri kadar süzüldükten sonra göz ucuyla kalabalığı süzmüş, yanına oturup saygıda kusur etmeyen dini bütün koca karıların teşvikiyle ilahiler düzmeye başlamıştır bile. Hoca hanımın yanık sesi odaların duvarlarında aksülamel yaptıkça, karınca ocağı gibi ırgalanan kalabalıklar bir anda durulmuş ve betonarme eve baygın bir mistisizm hâkim olmuştur. Odalardan odalara seğirterek lokum, bisküvi, şerbet dağıtan kızlar, ilahi sesi ile bir an oldukları yerde kalakalmış, bir yere kıpırdayamamış; sonra kayıtsız bir eda içinde, oturanların omuzlarını yara yara ikramlarını sürdürmüşlerdir.
Hoca hanımın kıraatını , o yıllarda henüz tanış olduğumuz ceviz kasa televizyonların siyah beyaz ekranlarındaki Diyanet hocalarıyla karşılaştırdığımızda, hoca hanımın sesinde alçalıp yükselen bir bir hüzün, bir feryat yakalarız. Kim bilir, hoca hanım belki de gülmeyen bahtına yanmaktadır, Amine’nin öksüzünün vefatını anlatan “Aman çeşme” ilahisini okurken…
Ortalığı bir anda kaplayan ulvi hava, hoca hanımın yanık sesiyle dalga dalga yayılmakta, odalardan mabeyne, mabeyinden de bahçeye taşmaktadır. Tavanda mütevekkil salınan lambanın ölgün ışıkları altında ıldırayan kadife şalvarlar bir anda yere çöküvermiş, hüzünlü bir hava ortalığı kaplamıştır. Bu dinsel lirizm altında konuklara sunulan şerbetler, gecenin meş’um havasını dağıtmak bir yana mahzunluğu, melüllüğü daha da artıran bir etki yapmıştır. Biz çocuklar, hoca hanımın mezarda ilk geceyi anlattığı ilahiyi yarın evlenecek kızın mutluluk hayalleriyle bağdaştıramasak da huysuzluk etmeyelim diye elimize tutuşturulan lokumları bisküvilerin arasına ezerek ağzımıza tıkıştırırdık..
Adab ve erkânı iyi bilen yaşlılar, oturdukları yerde hoca hanıma doğru dönerler, diğer odalarda kalanlar ise kıbleye doğru yönelerek diz çökerler, bakışları yere düşmüş, belden yukarısını huşu içinde ileri geri sallandırarak ne kadar vecd içinde olduklarını diğerlerine gösterirlerdi.
Bir ara, uzun boylu, kara, kuru bir kız elindeki şerbet tepsisiyle içeri dalar, gül kokulu şerbetini herkese mutlaka tattırırdı. Yaşlı karılar, şerbeti sünnet-i seniyyeye uygun olarak üç yudumda bitirmeye özen gösterirler; gençler ve çocuklar ise, bir dikişte bitiriverdikleri şerbet bardağını tepsiye bırakırlar ve varsa dolu bardaklardan birini daha kapmaya bakarlardı.
Elleri kınalı, yanardöner kadife şalvarlı kara, kuru bir kızın suratındaki iğreti gülümseyişle ve her önüne gelene “Buyrun.” temennasıyla sunduğu şerbetler, kirli, çatlak ellerde sıkıca kavranır, güz yanığı yüzlerde morarmış, handiyse karaya çalan dudaklara götürülürdü. Henüz dil şerbetin lâhuti tadını almadan, bu kirli yüzlerdeki görselliğe tezat teşkil edecek kadar beyaz dişler, uzun, ince şerbet bardaklarına temas ederek sadece içenin duyabileceği kristalize bir “Çınnn” sesi çıkarırdı ki ancak o çınlayışla bütünleşirse buruk gül tadındaki şerbetin şerbet olduğu anlaşılırdı.
Çocukluğumuzda akranlarımızla her secdeye vardığımızda kıkırdaşarak itişip kakıştığımız teravih namazlarının haricindeki tek sosyal katılımlı eğlencemiz, kına geceleriydi. Henüz ergenleşmediğimiz için kadınların eğlencesine katılmamızda bir mahzur görülmezdi. O tıka basa kadın dolu evde yanardöner kadife şalvarların içindeki genç kızlar, taze gelinler, olgun hanımlar sıkış kakış aralarından geçerken kalçalarına temas etmemize ya hiç aldırmazlar ya da omuz üstünden umursamaz bir bakışın ardından o gün manasını idrak edemediğimiz hınzırca bir gülüşle bize mukabele ederlerdi.
Yaz gecesinin bol yıldızlı semalarındaki aydınlık, o güne kadar albasması, cancaloz, ecinni hikâyeleriyle doldurulmuş dimağlarımızda deberen korkuyu huzura tebdil eden bir itminan yaratırdı. Bu gece hiç bitmeyecektir, yıldızlar gibi yanıp sönen allı, yeşilli, mavili şalvarların parıltısı, zihnimizde ebediyen şavkıyacaktır. Kadınlar kararlı adımlarla odalardan odalara, sofalardan bahçelere seğirteceklerdir. Gül kokusu ve gül tadı geceye damgasını vuracak; kınalanmış eller, kınanın iyice işlemesi için bezlerle, naylonlarla sıkı sıkıya sarılacaktır. Ve bu ulvi gecenin zihnimizde kazıdığı unutulmaz imgelerden biri de kınalı parmaklar ucundaki tepside sıra sıra dizilmiş uzun, ince, sade ve yuvarlak şerbet bardakları olacaktır.
Arka odalardan birinde şerbet servisi dolayısıyla hoca hanımın ilahilerine ara vermesini fırsat bilen bazı genç kızlar, şalvarlarının uçkuruna sıkıştırdıkları tahta kaşıklarla meydana çıkıverecek ve bir Konya türküsü eşliğinde oynamaya başlayacaklardır. Ortamdaki kasavet bir anda dağılacaktır. Kaşık şıkırtıları, az önce hoca hanımın ilahisine kendini kaptırarak sırat köprüsünün kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu düşünen, ölümü kanıksamış yaşlıca kadınların dahi yüzünde bir tebessüm doğuracak ve aynı anda bu tebessümü ele güne karşı kendine yakıştıramayan koca karılar, oturdukları yerde tesbihlerine gömülecek ve ortamdan ilgisiz görünmeye çabalayacaklardır.
Kınalı ellerdeki tahta kaşıkların oluşturduğu ritim önce bozuk bir armoni oluşturacak daha sonra kızların göz teması kurmaları ve ritmi kavramalarıyla muhteşem bir ahenge dönüşecektir. En yaşlı ağacın dahi içine işleyen usare gibi kurumuş, sararmış, ölmeye hazır gönüllerde küllenmiş ateşleri yeniden yakan bu ritmik dans tınıları, suya atılan taş misali merkezden dışa doğru genişleyen halkalar şeklinde, tüm davetlileri saracak ve ortalık işte şimdi tam anlamıyla kına gecesine benzeyecektir.
Tabi bu duruma pek bozulan hoca hanım, yanındaki birkaç koca karıya artık gençlerde saygı ve iffetin kalmadığını, din ve imanın eksildiğinden dert yanacaktır. Neticede başımıza ya taş yağacaktır ya da kıtlık, deprem gibi afatlar…
Teybin cızırtılı sesine, kasetin de eskimiş olması eklenince çalan türkünün sözleri anlaşılamamaktadır ancak oynamakta olan genç ve cazibeli bedenler için artık ne sözün ne de müziğin bir önemi vardır: Allı, yeşilli, mavili fistanlar içinde biteviye dönüyor, dönüyor, dönüyorlar… Kaşığın ritmi, âdeta dönme kuvveti oluşturuyor. Bir lunaparktaki balerinin eteğinin gözünüzün önünden hızla akıvermesi gibi, allı yeşilli fistanların savleti artık gecenin ruhunu teşkil etmektedir.
Gece susmuş, ağustos böcekleri susmuş, yıldızlar susmuştur. Ortalık kaşıkların ritmine teslim olmuştur bu saatte. Hafiften mahmurlaşmaya başlayan gözlerde şimdi, keklik gibi seken bozkır kızlarının yansımaları vardır. Önceleri tek tek izlenebilen dans figürleri daha sonra seçilebilirlik özelliğini yitiriyor ve bir zaman sonra gözünüze kendiliğinden girmeye başlıyor. Neyi seyrettiğinizi kavrayamıyor, bir an nerede ve hangi zamanda olduğunuzu unutuyorsunuz.
Bu loş ve dingin hava tam sizi yutmak üzereyken, kaşık havası bitiyor. Terli kızlar, kaşıkların saplarını diğer elindeki kaşıkların saplarına birkaç kez sürttürerek tiz bir ses çıkartıp oyunu bitiriveriyorlar. Aynı anda alkışlar, gülmeler, çığlıklar bir birine karışıyor. Odaları derin bir uğultu kaplıyor. Terli vücutlardan odaya ağan kokular burnunuzda yer edinmişken kara, kuru bir kızın elinde şerbet tepsisiyle odaya girivermesi, odada yeni bir kokunun hükümranlığını başlatıyor: Gül kokusu… Ayakta duran, oturan kadınların ellerindeki gül şerbetleri bittikçe yenileri geliyor.
Gecenin selâmetinden ve konukların memnuniyetinden bizzat sorumlu olan Güldene, odalar arasında ha bire dolanıyor. Bir bakmışsın, mabeyinde yorgun sesiyle, şerbet dağıtan kızlara buyruklar yağdırıyor; bir bakmışsın hoca hanımın yanına gelmiş, cebine para sıkıştırırken görülüyor. Artık gece nihayetlenmek üzere. Bazı konuklar müsaade isteyerek kına evini terk etmektedir bu saatte. Cümle kapısının önünde bir yığılma oluyor. Ayakta dikilmekte olan Güldene’nin gözleri dalıvermiş uzaklara. Gözlerinden süzülen bir damla yaş, eline tutuşturulan ve henüz tadına bakmadığı şerbet bardağına düşüyor. Kızının mürüvvetine tanıklık eden Güldene’nin ağladığını görenler onu teselli ediyorlar. Onun gözlerinde yıldızlanan nemlerin mutluluk gözyaşları mı yoksa kızının terki diyar edecek olmasının hüznü mü olduğunu hiç bilemeyecekler. Belki bunu kendisi de bilmemektedir. Bir an kendini toplayan Güldene, hızlı el hareketleriyle gözlerinin yaşını sildikten sonra ipekli mendilini şalvarının uçkuruna sıkıştırıyor. Sonra elindeki şerbet bardağını ağzına götürüyor. Allı, yeşilli, pembeli kadifelerin ortasında kalan Güldene meraklı bakışlara metfun olarak şerbeti tadıyor. Diliyle damağının arasında bir müddet yutmadan emdiği şerbetin tadı ona denizlerin tuzu kadar kekremsi geliyor. Şaşırıyor Güldene. Kim bilir, belki de hayatında ilk kez gözyaşının tadını algılıyordur.
Mehmet TURAN
Camiden geliyordu. Her zamanki gibi aceleciydi. İki yolun arasındaki ağaçlar kadar koca bir yüreği, iki yolun arasındaki ağaçlar kadar mutmain bir kalbi vardı.
Karabekir diye tanınırdı gençliğinde; Hacca gidip gelince adı “Hacı Bekir Ağa” olmuştu ma’şeri vicdanda. Beyaz sakalları onu tanıyanlarca yaşlılık alameti olarak algılanmazdı hiç. O hâlâ zihinlerde haşin, sert, inatçı Karabekir olarak yaşıyordu. Karaydı teni. Uzun boyu, heybetli yapısı, burma bıyıklarıyla bir külhanbeyi edası vardı gençliğinde. Hâlbuki yaşlılığında boyu çekmiş, omuzları daralmış, saçları tepeden dökülmüş; yanlarda kalan kabarık saçlarıyla sakalı aynı boyda ve aynı renkte -ki beyaz- tatlı, mülayim bir ihtiyarcık oluvermişti.İnşaat ustasıydı kendini bildi bileli. Derin kireç yarıklarıyla dolu o sanatkâr elleriyle birçok yapıya hayatiyet verir; köprüler, camiler, fırınlar, evler elinde bir hamur kıvamında şekil alıverirdi.
Yalçın ve erişilmez yapısına rağmen evde hükümranlık hanımı Hürü’ye aitti. Hürü kadın, kocasının bin bir zorlukla kazanarak eve getirdiği para ve iaşeyi, en ekonomik, en verimli surette kullanır, olanca fakirliklerine rağmen ele güne muhtaç olmadan geçinip giderlerdi. Bunun burasında üç de çocuk okutmaktaydılar. Diğer yandan Hürü kadın’ın da ev ekonomisine -etti, süttü, buğdaydı, yumurtaydı- katkısı olurdu.Misafire karşı hoşsohbet, sevecen bir Bekir Ağa görürdük. Ciğerinden gelen bir kıkırtıyla kesik kesik ama içten ama yapmacıksız gülerdi güldü mü. Onu gülerken görmek bir ömre değerdi biz evlatları nezdinde. Her zaman kükreyen, homurdanan, şimşekler çaktıran sanki o değilmiş gibi, soba kenarında ya da kucağınızda kıvrılarak mırıldanan mutlu, huzurlu ve uysal bir kedicik oluverirdi bazı anlar…
Bazen akşamın alacasında bahçemizin yola bakan cenahında bir bodur armut ağacına yaslanmış, “Birinci”sini düşünceli ama keyifle tüttürürken görürdüm onu. Yanına yanaşırdım sessiz ve fütursuzca. Şehrin yakınına yamacına iliştirilmiş -köy yaşamının sadeliği içindeki- hayatını irdelerdi iç aleminin gizli odalarında. İnce duman huzmeleri, tütün sarısı parmakları arasından bir yılan gibi kıvrılarak gözlerine kayar, acıyla yaşaran bal sarısı gözleri süzülür, süzülürdü. Bak, derdi bana kırpıştırdığı gözlerini kentin ufkundan ayırmadan: “Buralar altın olacak bir gün. Metresi milyar edecek; evler, dükkânlar dolacak buralara…” Anlardım kalbinin tahassürünü, içim acırdı birden. Kapı Camii’nin alt sahanlığı küçük dükkânlarla dolup taşmamış mıydı? Bir metrecik yerlere, merdiven altlarına dükkânlar kondurulmamış mıydı? Şimdiden ta o günlere hazırlık yapan babam, evin yola bakan odalarını müstakil dükkânlar biçiminde inşa etmiş ön cephelerini komple camekân olarak döşemişti. Birkaç küçük esnafın evimizin yol cephesindeki bu odaları kiralayıp bakkal, elektrikçi dükkânı çalıştırdıklarını bilirim
Camiden çıkmış eve geliyordu.Yorgun vücudu, beyninin emirlerine eskisi kadar sadık olamıyordu. İki yolun arasındaki yağmur kokuşlu topraklar kadar mütevazı, iki yolun arasındaki ıslak çimenler kadar hayat doluydu.
Konya’yı Çumra, Bozkır, Hâdim, Karaman gibi güney ilçelerine bağlayan yegâne karayolunun kenarında ikamet etseydiniz, her Allah’ın günü size de köye giden tanışlarınızdan birileri uğrardı muhakkak. Hacı Bekir Ağa olanca fakirliğine, garibanlığına rağmen sevilir, sayılırdı; aranılan bir dosttu her şeyden önce o…
Çocukluğumun televizyonsuz ve arkadaşsız karanlığında kendimi oyalayabileceğim tek eğlencem, büyüklerin sohbetini bir kenardan sessizce dinlemekti. O sohbetlere öylesine kendimi kaptırırdım ki, akşam olup kimin ne dediğini ev ahalisine geribildirimle anlattığım zaman kuvve-i hafızama hayran kalırlar ve yanaklarımı okşayarak “Aferin, teyp gibisin maşallah!” derlerdi.
Babamda müthiş bir tahkiye yeteneği vardı. Her şeyi hikâyeleştirerek anlatmaya bayılırdı. Genellikle inşaatlarda amelelerle, diğer ustalarla veya işverenle karşılıklı konuşmalarını, tartışmalarını bıkmadan, usanmadan anlatır ve “dedim – dedi”li anlatısı bir saatten evvel bitmezdi. Karşısındakinin huşu içinde bazen sesini çıkarmaya cüret etmeden başıyla onaylayarak dinlemesinden bilhassa memnun olur, coştukça coşardı. Bu arada filtresiz Birinci paketi yarıyı boylamış olurdu tütün sarısı parmaklarının arasında.
Köşemden babamı ve misafirlerini izlerdim sessizce. Biten çaylarını doldurdum. Misafirler, ellerindeki kaşıklarla çaylarının şekerini değil de sanki bardağı eritircesine karıştırır, bu tiz armonik ses ile babam, hikâyeye kısa bir ara verir, sigarasını tüttürmek için bu sefer tütün tabakasını çıkarır, tütünü ağır ağır kâğıda dolar ve diliyle ıslatarak yapıştırdığı “cigara” dürümünü önce misafirine ikram eder aynı hazzı alarak yavaş yavaş bir tane “cigara” da kendine sarardı.
Bu uzun hikâyeler birçok misafir tarafından ezberlenmişti artık ama babamın anlatma arzusu eksilmiyordu hiç. Bazı zamanlar keyifle yine bilindik bir hikâyesini anlatmaya giriştiği zamanlar olurdu; ama annem tarafından “Yeter artık aynı şiyi kaç kere anlattın!” diye uyarılırdı. Bu müdahaleye pek sinirlenen Bekir Ağa, ağza alınmayacak bir küfür sarf ettikten sonra oturduğu yer minderinde sağ ayak tabanını yere basıp dizini karnına doğru çeker, iki avucunu diz kapağında kenetler ve kaşları çatık, gözleri dalgın bir melüllük içinde susardı. İşte o an bal sarısı gözlerindeki damlayamayan yaşları görürdüm ben. İçine ağlamanın ne demek olduğunu görürdüm. Kahverengili – yeşilli hacı takkesinin altında küçülüp kaybolduğunu görürdüm babamın.Misafiri her kimse, konuyu değiştirmek için lafın gelişi birkaç soru sorar, mesela “Bağ bahçe nasıl, ürünler iyi mi?” gibisinden bir iki laflar; böylece Hacı Bekir’in ilgisini dağıtır, sonra da usulünce müsaade ister ve kalkar, giderdi.
Etraf karanlıktı, camiyle evin arası iki yüz metre var ya da yoktu. İki yolun arasındaki direkler kadar yalçın; iki yolun arasında esiveren rüzgârlar kadar gamsızdı.
Bazı müteahhitlerle yıllarca çalışmış olmasına rağmen sigortası ha bugün ha yarın diyerek yapılmamıştı. Sosyal güvencesi de yoktu. Karın tokluğuna çalışmanın faydasızlığını idrak ettiğinden midir nedir, bir gün Arabistan vizesi almasıyla Riyad’a uçuvermesi bir oldu. Yıllarca kaldı kutsal bellediği topraklarda. Çalıştı, evine para gönderdi, mektuplar gönderdi ucu hasret tüten. Mektuplarını okuyabilmek neredeyse imkânsızdı. Fakat kargacık burgacık yazısının içinden, ilkokulu yarıda bırakmış bir bozkır insanının ruhunu yansıtmaya yetecek kadar “sevgi, özlem, gurbet” kelimelerini sezmek zor olmasa gerekti. Bir de fotoğraflar koyardı her mektubuna Arap çöllerinde bir devenin sırtında kavruk bir çehre ile çekinilmiş. Kutsalını yaşamanın gururu, kutsalına kavuşmanın mutluluğu okunurdu yüzünden… O, yedi diyara korku üşüştüren, sallama kaması belinde genç, kara yağız, heybetli Karabekir değil, Hacı Bekir idi artık, lokum kıvamında; habis benliğini çöl kumlarında yakmış, pişirmiş ve olgunlaşmış biri olarak…
Çocuk ruhluydu diğer yandan. Ben de öyleyimdir. Torununu sırtına aldı mı gözü dünyayı görmezdi. Kâh at olur yerde dört ayak yürürdü; kâh araba olurdu odaları dolaşırdı. Gönenirdim, mutlu olurdum oğlumdan ziyade ben. Evimiz, yazları uğradığımızda şenlenen bir yuva olmuştu, geçmişin duvarlarda birikmiş naralarına inat…
Kulaklarından ve burnundan bir parça kan gelmişti. İki yolun arasındaki taşlar gibi suskun; iki yolun arasındaki otlar gibi dingindi.
Lavabosu ve çeşmesi olmayan evimizde, babamın alüminyum leğen ve demir ibrik yardımıyla abdest alması özel bir ritüele dönüşürdü. Abdest suyunu getirmek için evin yakınında bir yerlerde kurulmuş olan tulumbadan su doldurmaya giderdik. Deve kuşu başını andıran tulumbanın mavi renkli büklümlü koluna bastıkça önce derinden “curk curk” sesleri gelir, sonra suyun boru içinde yavaş yavaş yükseldiğini hissettirircesine mesihane bir nefes işitilir ve sonunda tulumbanın ağzından buz gibi sular fışkırırdı. Su, basma hareketiyle koordineli olarak kesik kesik akmaya başlardı. Biraz kumlu ve yosunlu ama çelik soğukluğundaki suyu avuç avuç midemize gönderirdik. Soğuk suyu hızlı ve çok içmenin neticesi, midemizde ani bir kramp oluşur ve bir müddet eğildiğimiz yerden doğrulamaz, karnımızı tutarak kıvranırdık. Abdest almasında babama genellikle ben yardımcı olurdum. Mabeyinde abdest azalarını yıkaması için suyu ibrikten leğene doğru yavaş yavaş ve dikkatlice dökmeme rağmen her defasında babam tarafından suyu daha az ve daha dikkatli dökmem husususunda uyarılırdım. Ağzına ve burnuna hızlı el hareketleriyle su verdikten sonra yüzünü ve kollarını yıkardı. Avuç içine aldığı birkaç damla suyu kollarına öyle bir yayışı vardı ki buncağız suyla kıllarla kaplı kolunun tamamını nasıl ıslatmayı başarırdı, şaşar kalırdım. Abdest alması tamamlanınca kollarında biriken suyu yavaşça leğene sıyırırdı. Tabi bu arada kolundaki bütün kılların aynı hizada tarandığını ve şekil aldığını belirtmeliyim.
Savcı geldi, yol ölçüldü, zabıtlar tutuldu. İki yolun arasındaki bulutlar kadar beyaz, iki yolun arasındaki güneş kadar sıcaktı.
Yıllar onu pir ü pak bir ihtiyar yapsa da onun vücudu hala sıhhatli, hala kuvvetli idi. Abdest alırken kollarının her bükülüşünde pazularının nasıl şiştiğini görür, hayret ederdim.Akşam ezanının hızlı okunması gibi camiye koşar adım giderdi. Ramazan aylarında bile eline aldığı bir parça iftariyelikle mutlaka camiye gider ve cemaati kaçırmazdı. Açlığa talimli olduğunu mu gösterirdi bize yoksa nefis terbiyesinde alınacak merhaleleri mi, bilmem.
Cami çıkışı hızlı adımlarla eve dönmekteydi. O,hızla gelen arabayı görmemişti; Hızla gelen araba, onu görmemişti.Hatimesi güzel olmalıydı.Bir cami çıkışında abdesti ile namazı ile çıkmalıydı Yaratanın huzuruna. Velhasıl, hüsnü hatime ile bitirdi hayatını. Cenazesinde kalabalıklar taştı.Tabutu omuzlarda hafif bir kuş olup uçtu.Nice veliler , kırklar yediler, bu saf kalbin illiyyuna yolculuğunu müşahade ettiler.
İki yolun arasındaki güvercinler gibi masum, iki yolun arasındaki serçeler gibi yalındı. Babamdı…(Allah rahmet eylesin)
Çocuktum, ufacıktım
Top oynadım, acıktım.
Buldum yerde bir erik
Kaptı bir alageyik.
Ufacıktım, tefeciktim. Minik vücudum, cılız bir iskelet sistemi ve kemiklerimi örten bir deriden ibaret olsa gerekti. Evren Paşanın TV ekranlarında arzı endam ettiği yıllardı. Paşa, ekrana kurulmuş, cılız sesiyle ha bire nutuklar çekiyordu. İlkokul beşe gidiyorum. Kara kuru bir tıfılım işte.
Evin en küçüğüyüm. Yüksek tahsil gören ağabeylerimin kitaplarını okuyorum. Başkaca bir eğlencem yok dense yeridir.Sokakta arkadaşım yok, TV’de TRT’den başka kanal yok, Onda da Kenan Paşa’dan başka bir şey yok!.. Bana okumaktan başka yol kalmamış. Her gün bir kitap bitirmekteyim. Ailem fakir, vücudum gıdasız. Sonra bir gün nabzım düşüyor, kalbim düzensiz çarpıyor. Doktora götürüyorlar beni; Doktor kayda değer bir bulguya rastlamıyor. Kitap okumayı yasaklıyor bana. Oyun oynamamı salık veriyor, vitaminler yazıyor.
Gariptir, Kenan Paşa da kitapları yasaklıyor. Sağcısı, solcusu okuduğu kitaplardan tespit edilip işkencelere maruz bırakılıyor. Hapishanelerden yükselen canhıraş feryatlar, siyasi mahkûmlar koğuşlarından. Halk panik halinde evlerindeki kitaplarından kurtulma gayretinde. Kimi, sevgili kitapcıklarını çuvallar içinde toprağa gömmekte, kimi bir elveda öpücüğü bile kondurmadan kalorifer kazanına atmakta.
Bense gayet cılızım. Belma Öğretmen rehberlik dosyalarına fiziki özelliklerimizi kaydediyor. Tartıyor öğrencileri, ben 21 kilo geliyorum. Gülüyor Belma Öğretmen. Benim bir bacağım 21 kilo gelir, diyor ve oturduğu sandalyeden eteğini yukarı toplayıp bacağını tartıya atıyor. Zavallı ibre, lobut gibi iri ve selülitli bacağın altında ileri geri çırpındıktan sonra, halecanlar geçirerek can veriyor ve 21 kiloda sükûn buluyor. Şaşırıyorum, Belma Öğretmen gülüyor. Ama bu benim suçum değil ki!..
Sonra ortaokul yılları. Ailemin imkânları beni okutmaya yetmeyecek. Ben okulu bıraksam bayram edecekler. Bense okumayı seviyorum. Yaz tatillerinde ailemin zoruyla ne güç işlere tahammül ediyor bu cılız vücut, bir bilseniz ah… Cam fabrikasında erimiş plastikleri cam kenarlarına yaymak, döküm fabrikasında kum kalıplara eriyik metaller dökmek, Yol yapım firmasında şantiyede formenlik yapmak, harman yerlerinde kamyonlara saman yüklemek, inşaatlarda demirden, kalıba; duvardan, betona amelelik yapmak. Yalnız, hangi işe gitsem, üç gün demeden beni işten çıkarıyorlar. Bu çelimsiz halime acıdıklarından değil; benden verim alamadıklarından…
Bir ara annemin ricasıyla motor ustası olan dayımın yanına çırak giriyorum. Dayım biçerdöverlerin motorlarına bakım yapıyor. O kocaman motorlar nasıl sökülüyor, nasıl indiriliyor, anlamıyorum hiç. Hurdalıkta pis bir dükkândayız, her yer yağ pas içinde. Dayım bana takımları gazyağıyla yıkama görevi veriyor. Ellerimin leğendeki gazyağına ilk teması ile ürperiyorum, garip bir duygu yayılıyor derime.
– Üstübü ver, diyor dayım motorun altından. Üstübü ne ola ki?
-On dört-on beşi getir, diyor; tek tek bütün İngiliz anahtarlarına bakıyorum, bulamıyorum dediğini. Dayım iş bilmezliğime kızıyor, yattığı yerden bir çalımla çıkıyor, ellerini tulumuna silerek gazyağı tavasına daldırıyor. Bir defada aradığı anahtarı bulup yüzüme doğru uzatıyor:
– işte on dört-on beş bu, diyor, Bir daha sakın unutma!
Her gün sabah yedide dayımın motosikletiyle işe gidiyoruz. Evlerimiz birbirine o kadar yakın ki. Günde bin lira verecek dayım bana. Öğlen yemeği yok; ramazan ayı, oruçluyuz. Yaz güneşi tepemizden vurdukça gazyağı kokusu içimizi bayıyor. Çay yok, dinlenmek yok. Dayımın motor altında kaldığı saatlerde kendimce uydurduğum oyunları oynuyorum. Gazyağı tavası içinde rulmanlardan çıkarılmış demir bilyeler döndürüyorum. Bilyeyi tavanın hiçbir kenarına değdirmeden çevirmek, çevirmek, çevirmek… Ben, ben değilim artık; Bilye, bilye değil… Belki stadyum içindeki pistte pedal çeviren bisikletçileriz; Belki araba yarışçılarıyız; Belki de yenilmez muharipler…
-Oğlum duymuyon mu ulan beni?!!
-Buyur dayı, diyorum koşarak.
-Levyeyi ver diyorum sana kaç saattir, diye homurdanıyor dayım. Hemen buluyorum, veriyorum. Artık materyalleri tanımaya başlamışım. Hırsını alamayan dayım yeni komutlar yağdırıyor:
-Çabuk, somunlarla cıvataları temizle. Pas mas görmeyecem ona göre!
-Tamam dayı, diyorum. Cıvata ve somunları gazyağı tavasına döküyorum. Zavallı bilyelerim boynu bükük yarış pistinden ayrılıyorlar. Elime aldığım bir parça üstübü ile cıvataların paslı gövdesini ovalıyorum. Paslar çıkmıyor. Yine ovalıyorum, çıkmıyor. Gücüm bu kadar diye düşünüyorum. Bir müddet sonra tava içindeki âlemde iki ordunun farkına varıyorum: Cıvatalar ordusu tavaya o kadar hakimane yayılmış ki, zavallı somunlar bir köşeye büzüşüp kalmışlar. Ben ezilenin yanındayım her daim. Kendime somunlardan bir başkomutan tayin ederek harbi başlatıyorum. Cıvatalar bu şanlı başkaldırıştan dolayı ilkin şaşalıyorlar. Bu şaşkınlıklarından istifade ederek düzgün atışlarla cıvata ordusunu geri püskürtüyorum. Fakat cıvatalar çabuk toparlanarak tava yüzeyindeki hâkimiyet alanlarını tekrar ele geçirmeye başlıyorlar.
İkindi ezanı okunuyor. Dayım motorun altından sürünerek çıkıyor. Bana yan gözle bir bakış fırlattıktan sonra çeşmede elini yüzünü sabunlayıp abdestini alıyor. Savaşı kazanmaya yetecek kadar vaktim var diye düşünüyorum. Somun ordularını cıvataların üzerine sürüyorum. Savaş kızışıyor. Dayım tehıyyata oturuyor. Bir taarruz, bir taarruz daha. Kazanmak üzereyiz. Esselamu aleyküm verahmetullah, dayım sağa selam veriyor. Hemen oyunu bitirip üstübüyü elime alıyorum. Esselamu aleyküm verahmetullah,sola selam. Üstübü cıvatanın gövdesinde dolanmakta. Dayım bir müddet beni süzüyor. Sonra yavaşça doğruluyor, seccade niyetine kullandığı düzgün kesilmiş tahta plakayı duvardaki yerine asıyor.
Evi özlüyorum,iftarda ne yiyeceğimizi düşünüyorum. Mönü zengin değil; Patates ve makarna arasında değişiyor. Fakat iftardan sonrası eğlenceli olmakta. Teravih namazını kılan konu komşu, hısım akraba her gece mutlaka bizim evin bahçesinde toplanırlar, kadın kısmısının yaptığı kek, börek ve kısırlar çayla beraber misafirlere servis edilirdi. Serin yaz gecelerinde yetişkinlerin sohbeti devam eder, ağustos böceklerinin cıvıltısı eşliğinde uzaklarda yıldızlar yanıp sönerdi. Karanlıktan korkmakla beraber bu anı yaşamaktan çok keyif alırdım.
Sonraki günlerde kendimi yine dayımın motosikletinde onun beline sarılmış, işe giderken bulurdum. İş yerinde bazen eski muhariplerimle vakit geçirir, bazen de muhayyilemde yeni yeni kahramanlar yaratırdım. Günler böyle sürüp gitti. Bir gün iş yerine bakımını yaptığımız biçerdöverin sahibi geldi. Biçerdöveri inceledi, motoru hakkında dayımla müzakerelerde bulundu. Bir an benimle göz göze geldi. Önemsenmek istedim, ama adam benimle ilgilenmedi. Kırıldım, kahırlandım.
Bir kaç gün daha çalıştık, iş bitti. Dayım, artık işe gitmeyeceğimizi söyledi. Sevindim. Hesap ettim, otuz gün yevmiyem var. Günlük bin liradan otuz bin lira yapıyor. Teravihten sonra dayım bize uğradı. Hesabı görecek, kalbim pır pır çarpıyor. Dayım cebinden buruşuk bir kağıt çıkardı. Gözlüğünü bilgece bir edayla taktı. İki öksürdükten sonra lafa girdi. Çekingen bir ifadesi vardı.
-Günde bin lira yevmiyen var. Ancak seni her gün motosikletimle işe götürdüm, getirdim. Dolmuşa para vermedin. Dolmuş ücreti 200 liradan iki gidiş, iki de dönüş eder sekiz yüz lira. Sana kalır günde iki yüz lira. Otuz günde ne eder? 6000 lira. Al paranı, deyip elini cebine attı. Bir anda hayallerim yıkılmıştı. Otuz bin lira ile eşofmanlar, toplar, ayakkabılar alacaktım. Altı bin liraya ne eder ki? Öfkeden yüzüm kızarmıştı sanırım. Sesim titreyerek:
– Sağol, dayı, diyebildim. Annem lafa girdi:
-Çocuk parayı ne yapacak Sami, sen ona çarşıdan bir saat alıvir, daha iyi olur,dedi. Dayım:
– Tamam abla, diyerek parayı cebine koydu ve gitti.
Saat alındı alınmasına. Ama o kadar iriydi ki. Bense öylesine cılızdım ki. Saat kolumu yere asılıyor, bulunduğu yerde misafir gibi duruyordu. Dayım saati kendi iri bileğine göre almış olmalıydı. Annem, saati dayıma geri verip daha küçük bir saatle değiştirmesini söyledi. Dayım saati aldı, götürdü. O, saati son görüşümüz oldu. Saat bir daha geri gelmedi. Saati ne annem sordu dayıma ne de ben…
Aradan yıllar geçti, öğretmenlik yaptığım okulda bir zayıf öğrenci gördüm mü yüreğim cız ediyor. Geçmişimi hatırlıyorum. Yaz tatilinde dayımı gördüm, zayıflamış, çökmüş. Bir zorlu kış günü bekçilik yaptığı çiftlikte bir köpeğin saldırısına uğramış. Burnunun bir kanadı kopmuş. Estetik ameliyat yaptırmaya para bulamamışlar.
Yağmur sepelemekte. Şehrin sokaklarını adımlıyorum yavaş yavaş. Yağmur taneleri alnımdan, gözümden siyim siyim süzülüyor.Ağlamak böyle bir şey olmalı. Belma Öğretmeni hatırlıyorum. Acaba bacağı gerçekten yirmi bir kilo muydu? Belki de bacağıyla tartıya yaptığı basıncı ayarlayarak yirmi bir kiloyu tutturmuştu. Gülümsüyorum. Dudağımda bir ıslık; Yaşamak güzel diyorum, İstanbul güzel…
04 Ocak 2010
Gaziosmanpaşa
yağmurda çıkıp geleceksin hannelise
yağmur gözlerinden çıkıp gelecek
bir öğle sonu paris’te hannelise
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar
paris ve yapraklar sararmış etrafımda
seine’e kanat vurup bir rüzgar geçiyor
gare d’orleans’da saat şimdi üç diyecek
yağmurdan çıkıp geleceksin hannelise
gözlerine bakıp sanki mavi diyeceğim
sanki çocuk diyeceğim
aydınlanacaklar
balığa çıkmış bir ihtiyar rıhtımda
suya atıp söndürecek
cigarasını
bir öğle sonu paris’te hannelise
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar
insan kendisine rağmen yaşayamaz
kalbimiz beyaz derken biz siyah diyemeyiz
diyemeyiz hannelise
sen mutlaka lichtenstein dükalığından bahsedersin
yapraklarını döker ıhlamur ağaçları katedralin önünde
ben içimde müstesna bir ateş bahçesi donatırım
bembeyaz
bembeyaz hannelise
ATTİLA İLHAN
Gurbet karardı gözümde büsbütün
Bu gece özlüyorum canım seni
İnan canım ne çay istiyor ne tütün
Özledim kor gibi yanan buseni
Kara geceyi saçların farzedip
Kendimi avutuyorum nicedir
Gözlerindir diye bakıyorum
İrice yıldızlara kaç gecedir
Bilirim sana giden yollar uzun
Dağlar denizler geçti aradan
İzin verirse kavuşuruz elbet
Yolları da gurbeti de Yaradan.
MEHMET TURAN