
Deme anam Ağlama deme!
Kızma hâlime
Kim demiş erkekler ağlamaz
Ya öksüz kalmış hilâlime
Eller mi ağlayacak?
Selahattin BOZDOĞAN
Yavrular
Hey oynayan yavrular
Ağaçta kuş yavrular
Ellerin derdi biter
Benim derdim yavrular
Ayna güzel
Yüz güzel ayna güzel
Güzel yari görenler
Dediler ay ne güzel
Oturmuş zülfün tarar
Dizinde ayna güzel
Bağ bana
Bahçe sana bağ bana
Değme zincir kr etmez
Zülfün teli bağ bana
Gül pembe
Karanfilim gülpembe
Gerdanın billur gibi
Yanakların gül Pembe
Bir güldün aklımı aldın
Gel bir daha gül, Pembe
2.DANİŞMENDNAME (DESTAN) : 1. Dönem görmüş olduğumuz İslamiyet sonrası destanlardan Danişment Gazi Destanıdır.Danişment Gazi,Tokat,Amasya ve Ankara dolaylarında Bizans’a karşı savaşmış bir kişidir.Olay13-14.YY’da yaşanmış olup 15.YY’da yazıya aktarılmıştır.Eser Tokat Kalesi Dizdarı tarafından derlenip yazıya aktarılmış ve 17 bölüm halinde tertip edilmiştir.Dönemin sosyal zihniyeti kahramanlıktır,Danişmentname’nin teması da kahramanlıktır; O halde eser tema bakımından dönemin sosyal gerçekliğine uyar.Eser,nazım-nesir karışık oluşmuştur.Oğuz Türkçesinin dil özellikleri görülür.
3.DEDEKORKUT HİKAYELERİ (DESTANDAN HİKAYEYE GEÇİŞ): Türklerin Anadolu’yu ele geçirme sürecinde 12.-13. YY’daBayburt yöresinde yaşanan olayları anlatmakta olup 15.YY’da yazıya geçirilmiştir.Oğuz Türklerinin kendi kendileriyle ve düşmanla yaptıkları savaşlar anlatılır.Biri Vatikan’da diğeri,Dresten’de olmak üzere eserin iki nüshası vardır.12 hikayeden oluşan eserde nazım nesir iç içe kullanılmış olup olaylar düz yazıyla duygu ve düşünceler ise nazımla aktarılmıştır.Oğuz Türkçesinin dil özellikleri görülür.Hikayelerde Dede Korkut adlı bir kişi eski”kam-baksı”ların rolünü üstlenmiş, yaşlı,bilge toplumu için kopuz çalan,destan söyleyen,çocuklara isim koyan,kız isteyen,dua eden bir role bürünmüştür.Fakat destanın anlatıcısı o değildir.(Belki ilk anlatan kişi Dede Korkut olabilir,sonra diğer ozanlar anlata anlata topluma mal olmuş)Eser,destanlaşma sürecindeyken yazıya aktarıldığı için destanlaşması tamamlanmamış bu yüzden destandan hikayeye geçişin güzel bir örneği olmuştur.Dönemin sosyal zihniyeti kahramanlıktır,Dede Korkut Hikayelerinin teması da kahramanlıktır; O halde eser tema bakımından dönemin sosyal gerçekliğine uyar.
4.CEMŞİD U HURŞİD (MESNEVİ): 14.YY divan edebiyatı sanatçılarından Ahmedi’nin bir mesnevisidir.Eserde Cemşid adlı Asyalı bir şehzadenin Hurşid adlı Anadolulu bir prensese aşkını ele alır. Eser rüyada aşk motifine örnek teşkil eder..Dönemin sosyal zihniyeti kahramanlıktır,Cemşid u Hurşid Mesnevisinin teması ise aşıktır; O halde eser tema bakımından dönemin sosyal gerçekliğine aykırıdır.Eserde Oğuz Türkçesinin dil özellikleri hakimdir.
Toparlarsak:
* 13.-14.yy’larda Anadolu’da Oğuz Türkçesiyle olay çevresinde gelişen metinler yazılmış olup bunlar “destan,mesnevi” biçimleri ile aktarılmıştır.
* Eserlerde hakim olan dil özellikleri Oğuz Türkçesinin dil ve ses yapısına uymaktadır.
* Dede Korkut destandan halk hikayesine geçişin örneğidir.
*Battalname ve Danişmendname destandır.
* Cemşid u Hurşid mesnevidir.
* İlk üç eserde konu kahramanlık olmakla dönemin sosyal gerçekliğine uymuştur;Cemşid u Hurşid ise aşk temasını işleyerek dönemin sosyal gerçekliğinden ayrılmıştır.
En sevdiğim sanatlardan biridir akis sanatı,elbette edebiyatın tüm ürünleri tüm zenginlikleri güzel;insan yaratıları güzel…Cümle kurgusunda ya da mısralar arasında görülen ayna yansımasına(simetri) akis denmektedir.
Molier Ustadan bir örnek verelim.”Yemek için yaşamamalı; Yaşamak için yemeli!”diyor usta yazar bir komedisinde.Görüldüğü gibi 1. önerme sanki aynadan yansıyorcasına (tersine dönerek) ama doğru bir mantık kurgusuyla yineleniyor ve 2. önermeyi oluşturuyor.Bu kurgu, okuyucuda bir tad bırakıyor.
Didem ruhunu gözler, gözler ruhunu didem
Kıblem olalı kaşın, kaşın olalı kıblem (Nazım)
Her inişin bir yokuşu, her yokuşun bir inişi vardır.(Atasözü)
Cihânda âdem olan bî-gam olmaz
Anunçün bî-gam olan âdem olmaz
Eskiden vardım ben, şimdi hiçim ben
Şimdi bir hiçim ben, eskiden vardım (Necâtî)
İzmir’in denizi kız
Kızı deniz kokar
Sokakları hem kız hem deniz kokar.
Hani bir sevgilin vardı
Yedi-sekiz sene önce
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce
Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan-burdan
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan
Seni sordu
Hiç değişmedi dedim
Bildiğin gibi
Anlıyordu
Mesutmuş, kocasını seviyormuş
Kendilerininmiş evleri
Bir suçlu gibi ezik
Sana selam söyledi
BEHÇET NECATİGİL
Şamdanları dolanınca eski zaman sevdalarının
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın
Nemli yumuşaklığı tende denizden gelen ahın
Gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın
Yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda
Bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda
Eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda
Ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın
Bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
Çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
Su yasak rüzgar yasak açık kapılar yasak
Belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegahın ATTİLA İLHAN
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
ATTİLA İLHAN
yağmurda çıkıp geleceksin hannelise
yağmur gözlerinden çıkıp gelecek
bir öğle sonu paris’te hannelise
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar
paris ve yapraklar sararmış etrafımda
seine’e kanat vurup bir rüzgar geçiyor
gare d’orleans’da saat şimdi üç diyecek
yağmurdan çıkıp geleceksin hannelise
gözlerine bakıp sanki mavi diyeceğim
sanki çocuk diyeceğim
aydınlanacaklar
balığa çıkmış bir ihtiyar rıhtımda
suya atıp söndürecek
cigarasını
bir öğle sonu paris’te hannelise
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar
insan kendisine rağmen yaşayamaz
kalbimiz beyaz derken biz siyah diyemeyiz
diyemeyiz hannelise
sen mutlaka lichtenstein dükalığından bahsedersin
yapraklarını döker ıhlamur ağaçları katedralin önünde
ben içimde müstesna bir ateş bahçesi donatırım
bembeyaz
bembeyaz hannelise
ATTİLA İLHAN
GEZİ-DENEME-ELEŞTİRİ:
Abbas Yolcu (1957)
Hangi Sol (1971)
Gerçekçilik Savaşı (1980)
Hangi Atatürk (1981)
Batı’nın Deli Gömleği (1982)
İkinci Yeni Savaşı (1983)
Sağım Solum Sobe (1985)
Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler (1985)
Ulusal Kültür Savaşı (1986)
ÖDÜLLERİ
1946 CHP Şiir Yarışması Birinciliği
1974 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü Tutuklunun Günlüğü ile
1975 Yunus Nadi Roman Armağanı Sırtlan Payı ile
Ey İstanbul, çeşmelerinde duyulan su musıkisi
Kimbilir ya Nedim’in şiiridir ya Itri’nin bestesi
Bu şehir Türk’ündür,Fatih’indir,Yavuz’un,Sinan’ındır
İstanbul,Seni böyle güzel gösteren imanındır.
Yusuf ÖZCAN
Turgut Özakman 1930’da Ankara’da doğmuştur.Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirip bir süre avukatlık yapmıştır. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü’nde tiyetro eğitimi aldı. Devlet Tiyatrosu’na dramaturg olarak girdi. Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı, TRT’de Merkez Program Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, ve 1983 – 1987 yılları arasında Genel Müdürlük yaptı. 1988-1994 yılları arasında Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu’nda üyelik ve başkan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde kadrolu öğretim görevlisi olarak çalıştı ve Dramatik Yazarlık dersleri verdi.
2005 yılında piyasaya sürülen , 50 yıla yakın bir sürenin emeği olan ve Kurtuluş Savaşı’nı romansı bir dille anlatan Şu Çılgın Türkler adlı belgesel-romanı, neredeyse cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı oldu.
Gerçek adı Güngör Dilmen Kalyoncu‘dur. 1930 Tekirdağ doğumludur. 1959 yılında “Sinema – Tiyatro Dergisi“nin açtığı yarışmada, yazdığı Midas’ın kulakları adlı oyunuyla birincilik ödülünü kazanan Dilmen, 1960’ta İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesine girerek, Klâsik Filoloji bölümünden mezun olmuştur. Yazar, İsrail ve Yunanistan’da tiyatro çalışmaları yapmış, sonra 1961-1964 yıllarında Amerikan Yale ve Washington üniversitelerinde tiyatro öğrenimi almıştır. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yönetmen yardımcılığı ve dramaturgluk yaptı. TRT İstanbul Radyosu’nda tiyatro alanında şef olarak çalıştı. Halen İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Dilmen’in birer de sinema filmi (İttihat ve Terakki) ve dizi (Bağdat Hatun) senaryosu çalışmaları bulunmaktadır.
ESERLERİ
Hayranı olduğu Nazım Hikmet’in cezaevinde hastalandığını ve durumunun kötüleştiğini öğrenince onunla tanışma arzusundan ötürü 1949 yılında Türkiye’ye döndü. Refik Erduran, Türkiye’ye döndükten sonra Nazım Hikmet’i hapisten kaçırma planları yaptı ancak buna gerek kalmadı çünkü 28 yıllık mahkumiyet kararı ile hapse girmiş olan ve 13 yıldır hapis yatan Nazım Hikmet’in geri kalan cezası, şairin af yasası kapsamına alınması için yürütülen büyük kampanyanın ve yaptığı açlık grevinin ardından affedildi ve şair 15 Temmuz 1950 günü özgür bırakıldı. Ne var ki Nazım Hikmet, 1951 yılında askere çağrılmış ve askerde öldürülme tehlikesi ortaya çıkmıştı. Bu dönemde şairin baba bir anne ayrı kızkardeşi Melda Hanım ile nişanlanan Erduran, artık akrabalık ilişkisi de olan Nazım’ı yurtdışına kaçırma fikrini öne sürdü ve kendisinin kullandığı bir sürat motoruyla Nazım’ın İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e geçmesine, Karadeniz’de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye’den ayrılmasına yardımcı oldu. Erduran’ın bu olayda oynadığı rol, uzun süre sır olarak saklandı. Olayla ilgili suç dosyası “kaçıranı meçhul” olarak kapandı. Nazım Hikmet, 1961 yılında yazdığı Otobiyografi adlı şiirde kaçışından -Refik Erduran’dan adını anmadan- şu dizeyle bahsetmiştir :”951`de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm ölümün üstüne“
Erduran, askerliğini Kore Savaşı sırasında Türk Tugayı’nda yedek subay olarak yaptı. Savaşta tercümanlık yapan Erduran, Türk tugayına gönüllü olarak katılmıştı.
Erduran, Sırp faşistlerine karşı sembolik direniş göstermek amacıyla 1995 yılında Bosna’ya giderek Kara Kuğular adlı seçkin birliğe katıldı, gördükleri Milliyet’te dizi olarak yayımlandı. Ardından Bosnalı Samuraylar başlığıyla kitaplaştırıldı.
Refik Erduran, ilk romanı Yağmur Duası adlı eserdir. Bu roman, 1954 yılında yayımlandığında 9 günde 50bin satışla bir rekor kırdı. İkinci romanı Er Oyunu, Milliyet Gazetesi’nde dizi olarak yayımlanmaya başladı ancak birinci bölümden sonra 12 Eylül Darbesi nedeniyle dizi yarım kaldı. Erduran, 2003-2005’te yayımladığı romanlarla yazarlığa devam etti. Domuz, Neşe’nin Şarkıları, Er Oyunu, Kavşak adlı dört romanı yayımladı. Ayrıca Sabiha Sertel’i anlattığı Sabiha adlı öykü kitabını; İblisler, Azizler, Kadınlar adlı anı kitabını yayımladı.
Refik Erduran, Muhsin Ertuğrul’un isteği üzerine, oyun yazarlığı dersleri vermesi için Ankara Üniversitesi’ne davet edilen Amerikalı yönetmen Kenneth Mcgowan’a bir kaç ay süreyle asistanlık yaptı[2]. Bu kurslardan Aziz Nesin gibi değerli oyun yazarları faydalandılar.
Bu deneyimden sonra ilk profesyonel tiyatro oyunu Deli’yi 1957 yılında yazdı. Oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynandı ve bunu ardı ardına yazdığı diğer oyunları takip etti. Daha çok güldürü ve vodvil türünde oyunlar yazdı. Bir Kilo Namus (1958) ve Cengiz Han’ın Bisikleti (1959) adlı oyunlarıyla ün yaptı.
Devlet Tiyatroları, İstanbul şehir Tiyatroları, Sururi-Cezzar Tiyatrosu, Ulvi Uraz Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Yunus Emre Tiyatrosu, Tiyatro İstanbul, Yeditepe Oyuncuları, yerli ve yabancı başka topluluklar tarafından otuzdan fazla oyunu sahnelendi.
Yurt içinde ve dışında sinema, televizyon senaryoları yazdı. Atatürk’ün toplumu yeniden yapılandırmada kırdığı sürat rekorunu anlatan Metamorfoz(Başkalaşım) adlı senaryosu TRT tarafından 1992’de filme çekildi. Tiyatro oyunu yazarlığı alanlarında yerli ve yabancı ödüller aldı.
1965 yılında Abdi İpekçi’nin teklifi üzerine Milliyet Gazetesi’nde başladığı köşe yazarlığını 1981 yılına kadar aynı gazetede sürdürdü. Daha sonra Güneş ve Meydan gazetelerinde gazeteciliğe devam etti. 1985 yılında Gazeteciler Cemiyeti’nin En başarılı Köşe Yazarı Ödülü’nü aldı.
1968’de Uluslararası Yazarlar Atölyesi’nin daveti üzerine ABD’ye giden Erduran, bir yıl boyunca Iowa Üniversitesi’nde Yazarlar Atölyesi’ne katıldı ve sonra Kaliforniya’ya yerleşti. Gazeteciliğini Milliyet’in Batı Amerika Haber Bürosu Şefi olarak devam ettirdi. 1982’de İstanbul’a döndüğünde köşe yazarlığını bıraktı. Gazeteciliği, önemli gördüğü konularda yazılar yazarak sürdürdü.
Erduran bir film şirketi kurarak çeşitli tv dizileri yönetti. En bilineni : Önce Canan adlı dizidir. 1990’larda çeşitli TV programlarında yapımcılık, sunuculuk üstlendi.
1923′ten Günümüze Türk Tiyatrosu
Cumhuriyetle birlikte tiyatroda Batı modelineyönelen Türkiye, gerek tiyatronun kurumsallaşması, gerekse oyun yazarlığının gelişmesi bakımından önemli atılımlar yaptı.
Cumhuriyet sonrası dönemde tiyatroya ilk büyük katkı Muhsin Ertuğrul’dan geldi. 1927′de, Darülbedayi kurumunun başına geçen başına geçen Ertuğrul, yerli yazarları yüreklendirerek, izleyiciye çağdaş çeviri oyunlar sunarak, Cumhuriyet Devri Türk tiyatrosunun temellerini attı.
Musiki ve Temsil Akademisi’nin bir bölümü olarak Ankara Devlet Konservatuvarı açıldı. ilk mezunların verildiği 1941′de Tatbikat sahnesi oluşturuldu. Bu hazırlık aşamalarından sonra da 1949′da Devlet Tiyatroları resmen kuruldu.
1950′den sonra tiyatro kuramlarının gelişmesi bakımından önemli atılımlar gerçekleştirilmeye başlandı. Tiyatronun yaygınlaştırılması yolunda devlet eliyle sürdürülen çabalar sonucunda Devlet Tiyatroları, Ankara,İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Trabzon ve Diyarbakır gibi kentlerde perdelerini açarak ve turneler düzenleyerek Türkiye’nin her yanında izleyiciye ulaşır hale geldi. Yetmiş yılı aşan tarihi boyunca çeşitli iniş çıkışlar yapan İstanbul Şehir Tiyatroları da çeşitli semtlerde beş sahneye sahip oldu. Türk tiyatrosunun gelişmesinde her zaman önemli rol oynamış olan özel tiyatroların sayısında 1960′larda büyük bir artış görüldü. Etkinliklerini 1960′lardan bu yana sürdüren özel topluluklar arasında Kent Oyuncuları, Ankara Sanat Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu ve Dostlar Tiyatrosu sayılabilir. Oyunculuk ve sahneleme açısından Batı modelini izleyen ödenekli ve özel tiyatrolar yanında, ortaoyunu ve tuluat tiyatrosunun oyunculuk tarzını sürdüren özel topluluklar da oldu. 1970′lerin ortalarında pek çok özel tiyatro kapandı, yeni açılanların bir bölümü de başarılı olamadı. 1980′lerin ortalarından bu yana İstanbul’daki özel tiyatrolar yeniden bir canlanma dönemine girdiler.
Türk oyun yazarlığı, Cumhuriyet döneminde Batı modelini uygulayan tiyatronun kurumsallaşması yolunda yapılan atılıma koşut olarak gelişme gösterdi. Gerçekçi Avrupa tiyatrosundan büyük ölçüde etkilenen Türk yazarları, gerçekçi doğrultuda yazdıkları oyunlarda öncelikle, Osmanlı toplumundan modern Türk toplumuna geçilirken yaşanan sancıları dile getirdiler. Bu geçiş dönemini yansıtmakta en başarılı olmuş yapıtlar Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü (1930) ve Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı’sı (1984) idi. Çok üretken bir yazar olan Cevat Fehmi Başkut ise toplumsal eleştirel yaklaşımını çoğunlukla güldürü çerçevesi içine yerleştirdi.
Türk oyun yazarlığında Cumhuriyetin ilk 30 yılında ağırlık kazanan eleştirel gerçekçi yaklaşım etkisini günümüze değin sürdürdü. 1950′lerden çok partili döneme geçildiğinde devlet yönetimine ilişkin siyasal sorunlarda tiyatro sahnesinde gündeme getirildi. Aynı zamanda, toplumsal sorunları yansıtma aşamasından, bu sorunların kaynak ve nedenlerini irdeleme aşamasına geçildi. Bu dönemde Türk tiyatrosu yeni yazarlar kazandı. Aziz Nesin ve Haldun Taner bildik gerçekçi dram kalıplarını zorlayarak yeni biçim denemelerine giriştiler.
1960′lar Türk tiyatro edebiyatı içinde parlak bir dönem oldu. Siyasal, ekonomik, kültürel açılardan önemli bir bilinçlenme aşamasının yaşandığı bu dönemde tiyatro, işçi ve köylü kesiminin sorunlarına eğildi. Bir yandan, orta sınıftan ailelerin yaşadığı toplumsal ve ekonomik sorunları irdeleyen gerçekçi oyunlar yazılırken, köy ve gecekondu ortamı da yaşama ve giyinme biçimi ve dil özellikleriyle sahneye getirildi.
Bu dönemin en yaygın türlerinden biri de konularını Osmanlı tarihinden, halk kahramanlarının yaşamlarından ve mitolojiden alan, şiir diliyle yazılmış oyunlardır. Güngör Dilmen, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Necati Cumalı bu doğrultuda yapıtlar verdiler. 1960′ların sonlarına doğru siyasal içerikli belgesel oyunlarda yazılmaya başlandı. Sermet Çağan’ın, Brecht’in epik tiyatro yöntemini doğrudan uyguladığı Ayak Bacak Fabrikası (1964), bu dönemde toplumcu gerçekçi yaklaşımın bir örneği oldu.
Türk oyun yazarlığına öz ve biçim açısından kişiliğini kazandırma yolunda önemli bir katkı 1960′larda Haldun Taner’den geldi. Ahmet Kutsi Tecer’in 1940′larda geleneksel Türk tiyatrosunun gevşek dokulu oyun yapısını ve göstermeci anlatımını kullanarak yazdığı Köşebaşı oyununun ardından, 1950′lerde ve 1960′ların başlarında göstermeci anlatımı kullanma ve tiyatroda açık biçim anlayışını benimseme yolunda oyun denemeleri yazmış olan Taner, 1964′te Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelenen Keşanlı Ali Destanı’yla geleneksel Türk tiyatrosunun belirleyici özelliklerini çağdaş anlamda toplumsal siyasal bir içerikle birleştiren yeni bir yerli türün, yerli epik müzikalin yaratıcısı oldu.
1970′lerde pek çok topluluk ağırlıkla politik tiyatro üstünde durdu. Bu dönemde sık sık yerli ve yabancı siyasal-belgesel oyunlar sahnelendi; bir yandan da gerçekçi köy oyunları, tarihsel oyunlar, geleneksel Türk tiyatrosunun özelliklerine dayalı müzikli oyunlar, kabare oyunları, epik oyunlar yazıldı. Ülkede yaşanan toplumsal siyasal çalkantılardan tiyatronun da olumsuz bir pay aldığı bu dönemin en başarılı oyunlar, geleneksel Türk tiyatrosunun anlatım biçimlerini kullanmayı sürdüren Turgut Özakman’ın aynı biçemi benimseyen Oktay Arayıcı’nın ve Asiye Nasıl Kurtulur? Oyunuyla üne, gene epik türde yazdığı toplumcu gerçekçi oyunlarla pekiştiren Vasıf Öngören’in ürünleridir.
1980′lerde ise oyun yazarlığı nicelik ve nitelik açısından bir durgunluk yaşadı. Bu dönemde Refik Erduran, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Turgut Özakman, Sabahattin Kudret Aksal, Recep Bilginer, Güngör Dilmen, Başar Sabuncu, Dinçer Sümer gibi 1950′lerden ya da 1960′lardan bu yana oyun yazmayı sürdüren yazarlar dışında, 1970′lerde yazmaya başlayan Bilgesu Erenus ve Tuncer Cücenoğlu’nun, yapıtlarıyla 1980′lerde gündeme gelen Murathan Mungan, Ülkü Ayvaz, Ferhan Şensoy ve Mehmet Baydur gibi yeni yazarların oyunları sergilendi.
Adana 1922 doğumludur. Konya Lisesi’nde ortaöğretimini, İstanbul Gazetecilik Enstitüsü’ nde yükseköğrenimini tamamladı. Recep Bilginer “Akın ve Tasvir” gazetelerini “Düşünce ve Yeni Çağ dergilerini çıkardı. Edebiyata şiirle başlayan yazar, edebiyat yaşamına tiyatro eserleriyle devam etmiştir. Yunus Emre İlme Hizmet Vakfı Ödülü ve Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü sahibi olan yazarın, bazı oyunları Devlet tiyatrosu ve şehir tiyatroları tarafından sahneye konmuştur.
Tiyatro eserleri:
Opera eseri:
Senaryoları:
Eserleri:
Keziban Allahın Dediği Olur
Deli İbrahim
Sokrates Savunuyor
IV.Murat (1970’te TV filmi yapıldı, 1981’de yayınlandı. 1970 TRT Tiyatro Sahne Eserleri Başarı Ödülünü kazandı.)
Genç Osman
Elif Ana
Shakespeare (inceleme, çeviri şiirler, 1978)
Eserleri:
Tanrılar ve İnsanlar, Hurrem Sultan, Tohum ve Toprak, Fadik Kız, Simavnalı Şeyh Bedreddin, Atçalı Kel Mehmet, Ölü Kentin Nabzı, Karacaoğlan, Garip Dede Çıkmazı, Korku, Yalan, Gecenin Sonu, Toroslardan Öteye, Kapılar, Bir Kadın Üzerine Çeşitlemeler: Genç Kız-El Kapısı- Ana,Sağırlar Söğüşmesi, Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe, Öç, Korkunç Oyun, Karagöz Emekli, Şili’de Av
Edebiyatta nükte yapmak amacıyla bir sözcüğü birden fazla anlamıyla kullanma sanatıdır. Bu sanatta kelimenin iki gerçek anlamından biri yakın biri uzak anlamdır. Sözün yakın anlamı söylenir, uzak anlamı kastedilir. Daha doğrusu uzak anlam okuyucunun hemen kavrayamayacağı biçimde gizlenir. Okur yakın anlamla oyalanır fakat anlatılmak istenen uzak anlamı sonra fark eder böylece şiire güzellik katılmış olur.
Bu kadar letâfet çünkü sende var
Beyaz gerdanında bir de ben gerek
Bu dizelerde ben sözcüğüyle tevriye yapılmıştır. “Ben” yüzde bulunan siyah lekelerdir.Bu yakın anlamdır uzak anlamında ise şairin kendi kişiliği,birinci tekil şahısı olan “ben” vardır.
Sarımsak da acı; ama her eve lazım bir dişi
Sarımsağın tanesi parçası anlamındaki diş yakın anlamdır, Hemen akla geliyor. “bayan, kadın” anlamındaki dişi sözcüğü ise uzak anlamındadır.
Dedim dilber niçin sararıp soldun
Dedi : Çekdiceğim dil yâresidir.
“Dil yâresi” sözünde tevriye vardır.Dil sözcüğü hem “tat alma organı” hem de “gönül, yürek” anlamlarında kullanılmıştır.Şair, yakın olan dilindeki yaranın kendisinin sararıp solmasına yol açtığını söylerken uzak anlam olan bir güzele olan aşkı nedeniyle böyle sararıp solduğunu anlatmak istemiştir.
Sordum nigârı dedi ahbab
Semt-i Vefa’da doğru yoldadır.
Bu mısralarda “Vefa Semti” sözleri ile tevriye yapılmıştır.Vefa sözcüğünün ilk anlamı sözünde durmaktır. Uzak anlamı ise İstanbul’da bir semt adıdır.
Biri var pencerede
Pencere önlerinde ağlar, durur.
Bu dizelerde “ağlar, durur” sözlerinde tevriye vardır. Sözcük “ağlamak” eyleminin geniş zaman çekimi olarak ve “balık ağları” Yakın anlam olarak “ağlamak” anlamı söylenirken uzak anlam dairesinde “balık ağları” kastedilmiş, böylece tevriye yapılmıştır.
Bana Tahir Efendi kelp demiş.
İltifatı bu sözde zâhirdir.
Mâlikî benim mezhebim zira
İtikadımca kelp Tâhir’dir.
“Tâhir” sözcüğünde tevriye vardır.Birincisi temiz anlamında kullanılması, ikincisi ise özel isim olmasıdır. Şair kelp diye bahsettiği köpeğin Malikî mezhebine göre temiz olduğunu söylüyormuş gibi davranıyor; ama asıl kastettiği anlam kendisine kelp(köpek) diyen Tahir Efendi’nin köpek olmasıdır.
Ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.
“Ulusun” sözcüğündeki tevriyeyi hemen görmüş olmalısınız.İki gerçek enlemından biri milletin ulu, yüce olduğudur. İkincisi ise medeniyet adlı tek dişi kalmış canavarın homurtusu olan “uluma” eylemidir.