
Evliya Çelebi, misafir olduğu bir Bulgar köyünde yaşadığı garip bir olayı Seyahatname’sinde şöyle anlatmaktadır:
“Bir odada ateşin kenarında rahatlıkla otururken şunu gördüm: Kapıdan içeri çirkin suratlı bir ihtiyar kadın saçlarını dağıtarak girdi. Çekinmeden ateşin başına oturdu. Kendi dili ile birçok küfürler etti. Ben öyle anladım ki, dışarıda adamlarımız biraz uygunsuz hareketler yapıp olmayacak isteklerde bulunmuşlar. Adamlarımı çağırıp tembih ettiğimde, ‘Asla bir şeyden haberimiz yoktur’ dediler. Sonra bu kocakarının yanına yedi çocuk gelip çağal çuğal Bulgarca söyleşerek ateşin etrafını sardılar. Bana asla yer komadılar. ‘Garip bir manzara!’ diyerek yakadan seyrederdim. Onu gördüm ki o ihtiyar kadın ocaktan biraz kül alıp ötesine berisine sürdü, elinde kalan külü de bir efsun okuyup ocak başındaki çıplak yatan kızların ve oğlanların üzerlerine saçtı. Onların yedisi de birer piliç olup çu, çu demeye başladılar.
Sonra elinde kalan külden kendi başına saçınca o an kendisi de büyük bir kuluçka (tavuk) olup ‘kürk, kürk’ diyerek kapıdan dışarı çıktı. Arkasından yedi piliç de çıktı. O an ‘Bre oğlan!’ diye can havli ile feryat ettiğimde, adamlarım uykudan uyanıp geldiler. Gördüler ki burnumdan kan boşanmış! ‘Bre bu ne haldir? Bir dışarı çıkın, bir kütürtü oluyor.’ dediğimde dışarı çıktılar. Görürler ki atlar arasına o tavuk ve piliçler girdiklerinden atlar boşanıp birbirlerini helâk ediyorlar. Halbuki atlar tavuktan ve domuzdan haz edip onlarda sarıca ve kızılkurt hastalıkları bulunmaz. Onun için nalbant dükkânları tavuksuz, değirmenler domuzsuz olmaz. Beride atlar birbirini helâk ederlerken köyde reaya bu halden haberdar olup atları bağladılar. Cadı tavuklar bir tarafa gittiler. Kölem -onun anlatmasıdır- dedi ki: ‘Onu gördüm ki bir kefere hemen tavukların üzerine serpe serpe işeyince o sekiz tavuk insanoğlu olup yine o kocakarı oldu. O işeyen adam, kocakarıyı ve çocukları döve döve bir tarafa götürdü. Ardı sıra baktık. Meğer gittikleri yer kiliseleri imiş. Hatunu papaza verip papaz da okuyarak aforoz eyledi.’ Bu şekilde kölem yemin etti. ‘Müezzin Mehmet Efendi’nin hademeleri ve mataracıbaşının hademeleri de görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular.’ dedi.
Notlar:
1. Evliya Çelebi, durağan bir anlatıyı nasıl renklendireceğini iyi bilen ve mizahi yönü kuvvetli bir yazardır. Seyahatname yazarı, bu örnekte ise özellikle Balkanlarda oldukça yaygın olan doğaüstü varlıklara ait bir halk inancını -eserinin birçok yerinde yaptığı gibi- zekice kurguladığı bir hikâye ile okuyucuya sunmuştur.
2. “Karakoncolos / Karakoncoloz” cadılar için kullanılan sözcüklerden biridir. Pertev Naili Boratav’a göre karakoncolos, cadıdan farklıdır. Halkın inancına göre zemheride (kışın en soğuk zamanı) ortaya çıkan karakoncolos, evlerdeki yiyeceklere tükürerek ya da işeyerek türlü hastalıklara yol açmakta bazen de insanları uykuda iken alıp dışarı götürerek donmalarına sebep olmaktadır.
3. Karakoncolos, yurdumuzun farklı bölgelerindeki yaygın bir inanışa göre, kışın en soğuk günlerinde insanlara zarar veren bir varlıktır. Zemherinin ilk on iki gününde sokaklarda dolaşır, rastladığına “Nereden geliyorsun, Nereye gidiyorsun? Adın ne?” diye sorarmış. Verilecek cevapların içinde mutlaka “kara” kelimesi olmalıymış (Kara köyden geliyorum, Karasu’ya gidiyorum, Adım Kara Hasan vb.) Aksi takdirde Karakoncolos elindeki kocaman tarakla vurarak karşısındakini öldürürmüş.
Yararlanılan Kaynaklar
Seyahatname, Evliya Çelebi, Üçdal Neşriyat, Cilt 3
Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme, Zeynep Aycibin
Türklerde Tabiat Üstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar,
Uygulamalar; Ayşe Duvarcı